30 Aralık 2011 Cuma

2011'i kapatmak

Bu yılın son yazısı bu.
Şu ana kadarki hayatımın en kötü yılı ünvanını tereddütsüz hak eden bir yıl oldu. Askerliğin son ayı, on ay işsizlik ve ardından bir ay kölelik; eder bana 12 ay.

Susmaya mani olacak kadar öfkeli geçirdiğim bu yıl, bu bloga en çok yazdığım yıl oldu. Gelip okuyanlar sağ olsun, blogun ömrü boyunca yapılan  ziyaret ve sayfa görüntülemelerin de yarısı ve hatta biraz daha fazlası da bu sene oldu. Moda tabirle, bir "blogger" olarak en başarılı senemi yaşadım (bu cümle tam  bir loser avuntusu gibi oldu!).

Ömrümün en kötü yılında yanımda olanlara teşekkür ederim. Her geçen gün ifrite dönüşen bir adamı sevmeye devam eden, onu güldürmeye çalışan, parasız zamanlarında onu yemeklere, kahvaltılara götürüp neşelendirmeye çalışan, bir de üstüne hesabı ödeyen, öfke patlamalarını dinleyen, bilmediği bir şehre gelirken kalacağı yeri ayarlayan ve hatta bu konuda ondan bile hassas ve gayretli davranan, ezcümle bu lanet yılda, bu lanet adamın kahrını çeken herkesten helallik dilerim.



2012'den ne mi dilerim? Freddie Mercury  abimizin yıllar önce söylediğini:

Just give me what I know is mine

Benim olduğunu bildiğimi verin, yeter. Sevdiğimi, hayatımı, mesleğimi...






28 Aralık 2011 Çarşamba

Kölelik Günlükleri - 28.12.2011 - Gün 024

Haftaya anlatacağım "antidiyareik ilaçlar" dersini hazırladım bugün. Yarın tekrar gözden geçireceğim.
Geçen cumadan beri süren ve pazartesi ders anlatmamı da zorlaştıran grip geçti ama burun kanatlarındaki soyulmuş deri ile dudağımın üzerindeki çirkin uçuk kaldı yadigar.
Gündüzleri bile hava artı derecelere çıkmıyor birkaç gündür, şimdilik burada geçirdiğim en soğuk hafta. Yalnızca dağlarda değil, bastığımız yerlerde de kar ve buz mevcut.

Lakin bütün bunlar benim hiç umurumda değil. Aklım bambaşka bir yerde.

Yol açtıklarını ve ön ayaka olduklarını da hesaba katınca, hayatımda verdiğim en doğru karar kesinlikle İzmir Fen Lisesi'ne gitmekti. Oradaki okul numaram 28 idi. Bu nedenle, uzunca bir zamandır 28 sayısı önemlidir benim için. 5 sene önce 28 Aralıkta daha da önemli hale geldi.

O akşam bizim departmanın geleneksel yılbaşı partisi vardı ve ortak arkadaşımız Aslı, bir tür çöpçatanlık faaliyeti olarak Sevgi'yi partiye getirmişti. O akşam görüşmeye, konuşmaya başladık. Aradan geçen beş yılda olanları anlatacak değilim ama her biri için şükrediyorum. Günün birinde Sevgi gibi bir sevgilim olabileceğine hiç ihtimal vermemiştim, hayatın güzel sürprizleri de var ara sıra.

Bu akşam saatlerinde, o partiden tam beş yıl sonra ben Afyon'da bir misafirhanede tek başıma olacağım, Sevgi ise Ankara'da olacak. Mecburi hizmet böyle zamanlarda küfrettiriyor insana en fazla.

Her şey yolunda giderse, seneye bugün evli ve bir arada olmamız ihtimali de var. Bekleyelim, görelim Mevlam neler eyler.

Aklımda döndü durdu bütün gün bu türkü:

İflah etmez bu dert beni öldürür
Bilmiyon mu benim sana yandığım
Ellerin köyünde garip kaldığım






Köyünüzde garip kaldım Afyonlular. Yıkılsın köyünüz; taş üstünde taş, nefes alan baş kalmasın.


27 Aralık 2011 Salı

Kölelik Günlükleri - 27.12.2011 - Gün 023


Dün ders anlattığım amfiden 3 öğrenci ziyarete geldi bugün, biri İzmir Fen Liseli bir kardeşim. Huzursuzluğumun ve hoşnutsuzluğumun dışarıdan anlaşılabilir olduğunu ve onlara da yansıdığını ifade etti içlerinden biri. Şaşırdım diyemem. Öyle bir ruh hali içindeyim ki bunun yüzüme, sesime, yaptığım işe ve bunlara bağlı olarak karşımdakilere yansımaması şaşırtıcı olurdu. O kadar iyi bir aktör olmadığım muhakkak.

Anlattığım dersin bana hissettirdiklerini anlattığım yazıya, adını vermek istemeyen bir okur şöyle bir yorum yapmış:
Peki niye başkalarının cezasını çekiyor o ders anlattığın gençler? Onların suçu ne?

Sanırım bu yorumu yapan okur, dersi kasten eksik ve/veya yanlış anlattığımı varsayıyor ama yanılıyor. Buna basitçe üç sebep gösterebilirim.

  1.  Ne şekilde olursa olsun üzerine düşen bir görevi yerine getirmek gibi, iş ahlakının en temel unsurlarından birinden mahrum bir insan değilim. Bir görev varsa yaparım.
  2. Yediği lokmayı hak etmeye gayret eden, haram-helal nedir gözetmeye çalışan bir müslüman olmaya çalışıyorum. 
  3.  Eksik, yanlış ve bu sebeple soruşturmaya sebep olacak bir iş yapıp, sonra da bunu tüm dünyaya duyuracak kadar aptal bir insan da değilim.


Bir işi yapmanın yeterliden başlayıp, kusursuza kadar ulaşan geniş bir yelpazaye yayılan yöntemleri vardır (yetersiz ise iş yapılmamış kabul edileceğinden ondan söz etmeye bile gerek yok). Bir örnekle anlatmaya çalışayım:

Varsayalım ki bana verilen görev ders anlatmak değil de 4 kişilik bir grubu doyurmak olsun ve bana bunun için makarna yapacağım söylensin. Bu durumda sunabileceğim kabaca iki menü olurdu sanırım: 

  1. İyi pişirilmiş, tuzu-yağı eksik olmayan, hamurlaştırılmamış, kararında, yani ne eksiği ne de fazlası olan bir makarna hazırlayıp servis edebilirdim. Servisi de örtüsü olmayan ama temiz bir masada, temiz ve sade tabaklar ve çatallar ile yapabilirdim (yeterli versiyon).
  2. İkinci menüde makarnayı aynen pişirir ama bu kez yanında harika bir sos hazırlardım. Masaya güzel bir örtü serer, şık tabaklara koyduğum soslu makarnayı lüks restoranları aratmayacak bir şekilde süsleyerek servis eder, masaya gümüş çatallar koyardım (kusursuz olmasına çalışılmış versiyon).



Bu görevi özgür bir adam olarak yapsam ikinciyi yapardım, iş bana zorla yaptırılıyorsa ilkini.

Ders konusunda olan da aynen budur aslında. Bu dersleri anlatma görevi bana verildiğinde derste anlatılması gerekenler için gerekli ve kabul edilen içeriğin ne olduğunu özellikle sordum ama bunları net olarak belirten bir müfredat olmadığı cevabını aldım, Kayaalp’i esas almam tavsiye edildi. Anlatmış olduğum dersi farmakoloji konusunda Türkçe temel kaynak kabul edilen Oğuz Kayaalp’in kitabı esas alınarak ve buradaki bilgiyi öğrencilere aktaracak şekilde hazırdım ve o şekilde anlattım ama görsel olarak çekici bir sunum olarak hazırlamadım. Bilgileri içeren ama fazla şekle yer vermeyen kuru bir sunum halindeydi. Sunumlar sırasında dinleyicinin dikkatini canlı tutmak üzere verilecek aralar, yapılacak espriler gibi meseleye şirinlik ve çekicilik katacak unsurlara yer vermedim ama ilgili ilaçlar hakkında öğrencilere doktorluk hayatları boyunca lazım olacak bilgiler eksiksiz olarak anlattım. Yani gençler başkasının günahını çekmiyorlar ama sahip olabilecekleri daha iyi ve daha güzel bir şeyden mahrum kalmış oluyorlar. Karşılarına çıkarılan hoca benim gibi zorla iş yaptırılan biri değil de, buraya isteyerek gelmiş biri olsa önlerine konanın soslu makarna olması ihtimali artardı sanırım ama bunu sağlamak benim görevim değil.

Bir hesap sorulacaksa bana değil, beni o çocukların karşısına koyanlara sorulmalı sanırım. Mesela şunları sorabiliriz:
     
  1.  Farmakoloji bölümünde personel eksiği varsa bunu neden normal yollardan karşılamadınız? Normalde açacağınız kadroya başvuracak kişiyi değerlendirme ve yetersizse işe almama şansınız olurdu oysa bunun yerine kalitesi hakkında hiçbir fikriniz olamayacak bir kişinin kura ile gelmesine razı oldunuz.
  2. Ders anlatma konusunda yeterli olup olmadığını değerlendiremeyeceğiniz bir yöntemle gelmiş olan bu personeli derse sokmadan önce bu konudaki yeterliliğini değerlendirmek için hangi işlemleri yaptınız veya bir işlem yaptınız mı? Bu konudaki yeterliliğini sağlamak üzere bir derse veya kursa katılmasını sağladınız mı? 
  3. Daha önce ders anlatmadığını bildiğiniz bir personeli ders anlatmaya gönderdiğinizde, en azından ilk derslerde kendisini daha deneyimli bir hocanın da dinlemesi ve değerlendirmesi daha uygun (hatta gerekli) olmaz mı? Bu deneyimli hocanın eksik kalmış noktalar varsa ders sonunda bunları da tamamlaması mümkün olur ve öğrencilerin olası mağduriyeti engellenmiş olurdu. Tecrübesiz personeli de ders sonrasında eksikleri konusunda bilgilendirir ve bunları tamamlamasını sağlardı.

İçim rahat. O dersleri eksiksiz anlattığımı düşünüyorum. Ders anlatırken kullandığım slaytları öğrencilere bıraktım, bilgi eksiği varsa oradan tespit edilebilir. Orada olmayan şeyleri de derste söylediğim ve açıkladığım düşünülürse, işimi eksik yaptığımı bırakın ispatlamayı, iddia etmek bile pek kolay olmaz. Böyle bir hatam olmuşsa, öncelikle bunun doğrudan mağduru olan öğrencilerin beni şikayet etmeye hakkı vardır. Olursa böyle bir şey, çıkar hesabımı veririm.

Mesleği elinden alınmış ve köle olarak çalışmaya mahkum edilmiş ama yine de üzerine düşeni yapan bir adama hesap sormakla boşa vakit kaybeden okuruma naçizane tavsiyem öncelikle mecburi hizmet meselesini ve bunun  yarattığı mağduriyetleri biraz daha araştırmasıdır. Sonrasında bu hukuk garabetini yaratan vekillere ve bu garabetten faydalanıp öğrencilerinin karşısına yeterliliğinden emin olmadıkları bir adamı hoca diye yollayan üniversite yetkililerine hesap değilse de en azından bunu neden yaptıklarına dair bir soru sorabilir ama cevap alabileceğinden emin değilim; benim yaptığım gibi uzun uzun açıklamayabilirler.

Böyle geçti işte köleliğimin 23. günü.  

  



Kölelik Günlükleri - 26.12.2011 - Gün 022

Rahmetli Oğuz Abi "Bu fen liseliler, liseden mezun oldukları gün bilim adamı olduklarını zannederler" diye dalga geçerdi, aslında haklı olduğu bir yön de yok değil. Çoğumuzda bilimadamı olmak için bir istek olmasa da (çoğumuz mühendis oldu), bilimin kıymetli ve önemli olduğuna dair bir fikir vardı. Bilimin gerçekte ne olduğundan oldukça habersiz olduğumuz bir çağa ait, hayli romantik ve naif bir fikirdi bu sanırım. Yıllar sonra Emre bunun adının "bilimim mythosu" olarak koyacaktı. 


O mythosun peşine düşenler olmadı değil. Toplamda 29 kişi mezun olabildik liseden. Bilge ve İnanç ODTÜ Fizik'e gittiler, "fizik öğretmeni mi olacaksın" sorusuna kaç kez maruz kaldıklarını düşünmek bile istemem. Tıbba yönelenlerden ben farmakolog oldum, Emre ise fizyolog. Toplamda dört kişi bir şekilde temel bilim yoluna girmiş oldu böylece. 


Geçen yıllar içinde bilimin ve akademinin gündelik hayatının neye benzediğini öğrenmeye başladık. Bugün yapıldığı haliyle bilim, birilerinin bulunmasının işine yarayacağını düşündüğü ve bu nedenle para vermek isteyeceği bir bilgiyi ortaya çıkaracağını iddia eden bir proje yazmak, parayı almak ve bilgiyi bulup makale olarak yayınlamak şeklinde özetlenebilecek, handiyse bir tür müteahhitlik işine dönüşmüş bir şey. Aynı anda pek çok bilim dalıyla uğraşan centilmen bilim adamı, rönesans adamı masallarıyla bilimle tanışıp bu gündelik işleyişin içinde bir teknisyen olarak yerini aldığın güne ulaşınca Emre'nin tabiriyle "mythos'tan logos'a" yolculuğunu tamamlamış oluyor insan. Ben de yaptım bu yolculuğu.


İşin romantizminin hala içimi doldurduğu günlerde hayalini en çok kurduğum şeylerden biriydi anlatacağım ilk ders. Böylesi bir hayalim olduğunu kimseye söylemedim sanırım, anlatsan gülerler adama. Şimdi buradan okuyacak arkadaşlarım içinde dalga geçecekler de mutlaka olacaktır. Komik ve budalaca olabilir ama vardı böyle bir hayalim.


Bugün ilk defa ders anlattım bir tıp fakültesi amfisinde. Bir zamanlar hayalini kurduğum şey bana zorla yaptırıldı. Devletimiz bir gençlik hayalimin ırzına geçti hunharca. 


O dersi özgür bir adam olarak anlatsam, bugün bilime dair tüm romantizmimi kaybetmiş olsam da, mazisine ve hafızasına sahip çıkmanın insanın kendisine sahip çıkması olduğunu bilen bir adam olarak, gençlikte kurduğum hayallerin hatrına çok iyi bir ders anlatmaya çalışırdım ve mutlu girerdim o amfiye ve mutlu çıkardım. Oysa tüm hissettiğim, sırtıma yüklenmiş bir angaryadan kurtulmuş olmanın rahatlamasıydı, bir de zorla çalıştırılmanın öfkesi, o kadar.


Meselenin özünü anlamaya yaklaşamayan bir bakış açısıyla "devlet hayalinin gerçekleşmesini sağlamış, daha ne istiyorsun?" diye sorulabilir. Hani gençlikte aşık olur insan, "onu bir kez öpebilmek için neler vermezdim" der, o öpücüğü hayal eder; devlet sizi binlerce kişinin gözü önünde o kişiyi öpmeye zorlasa yaşanacak olan o hayale ne kadar benzerse, benim hayalimi de o kadar gerçekleştirdi devlet. 


Adettendir, bizim memlekette hayalleri sakat bırakılmadan izin verilmez kimsenin yaşamasına. Ben de kendi payımdan bir parça daha aldım bu muameleden. Benden çaldığını her kime dağıttıysa bu devlet, hakkımı helal etmiyorum.

23 Aralık 2011 Cuma

Kölelik Günlükleri - Gün 017-019

Sonunda bir şeyler yaptım. Pazartesi iki saat ders anlatacağım, onun için sunum hazırladım.

Genelde bir şey anlatacağım zaman, sunumu hazırlarken özen gösteririm.
Bu kez öyle bir istek yoktu içimde, pek bir gayret göstermedim buna bağlı olarak. Biraz amiyane kaçacak ama "gönülsüz sikişten burunsuz çocuk doğar" derler, bu iş biraz o hesap. Sen bir adamın elinden diplomasını, mesleğini, tüm hayatını alıp onu bir yerde köle olarak çalıştırıyorsan, ondan alacağın verimin adamımızın ortalamasına bile ulaşması mümkün olmaz, zirvede bir performans ise hayaldir. Dahası bütün bunların yarattığı depresif zihinsel hal, ders hazırlamak-anlatmak gibi zihni fonksiyon isteyen işleri baltalar zaten. Bırakın iyiyi, yalnızca düzgün bir iş yapmak için bile en ufak bir istek yok içimdde buradayken. Köle dediğin böyle olur, arkanı dönersen kaytarır. Kusura bakmayın efendiler.

Aslında bu konuya kafa yorup yazmak da boş iş. Öğrencilerine düzgün ders anlatacak personel arayan bir kurumun bu kişiyi bulma yöntemi kura olmazdı herhalde. Açarsın bir kadro, başvuranları değerlendirir, en iyisini seçersin. Devletin köle pazarından kura ile gönderilen adamın performansını değerlendirme konusunda tek prensip geçerli olabilir: Bedava atın ağzına bakılmaz.

Mecburi hizmetin bundan önce uygulandığı ülkelerde de verimli olmadığı, sorunları çözmeyip kronikleştirerek derinleştirdiği bilinen bir gerçektir ama bizim memleketin gerçeklere göre yönetilmediği uzun zamandır bilinen bir şey zaten. Mecburi hizmet verimsizliği bizde neye benziyor görmek isteyen olursa, bu yazı bir parça işe yarar belki.

20 Aralık 2011 Salı

Kölelik Günlükleri - Gün 004-016

Hiçbir şey yapmadım.
Gerçekten yapmadım çünkü yapacak bir iş yok.
Önümüzdeki bir ay için tek işim toplamda 3 saat ders anlatmak, onlar da önümüzdeki hafta.
Bu hafta tüm işim o dersler için sunum hazırlamak.

Ayın on beşinde ilk maaşım yattı. Doktorların çok para kazandığı yalanını her gün duyup okumaktan gerçek zannetmeye başlayanlar için şaşırtıcı olabilir ama geçen aydan devreden 10 günle birlikte 40 günlük maaşım 2041 TL, yani üniversitede çalışan bir uzman doktorun aylık maaşı yaklaşık 1600 TL. Yeni başladığım için döner sermaye yok, önümüzdeki ay o da eklenince toplamı 2500 TL'ye belki yaklaşır.

Günlerim geride bıraktıklarımı düşünmek, burada oluşumda ufacık da olsa bir rolü olan tanıdık-tanımadık herkese (ki bunların toplamı yaklaşık olarak ülke nüfusunun yarısı ediyor) öfkelenmek ve onlardan nefret etmek, bu kadarcık parayla işleri nasıl döndürürüm diye hesap yapmakla geçiyor.

Gurur duy Türkiye, bu senin eserin.
18 yaşında iken akademisyen olmak isteyen idealist genç bir adamdan, 32 yaşında üniversitede zorla çalıştırdığın ve bu ülke için hiçbir şey yapmak istemeyen bir adam yarattın.

15 Aralık 2011 Perşembe

Kölelik Günlükleri - 07.12.2011 - Gün 003

Hiçbir şey yapmadığım ilk iş günüdür bu.


Sabah bütün eşyamı toplayıp polisevinden ayrıldım ve fakülteye geldim. Bilgisayarı açtım ve öğle tatiline kadar internette bir şeylere bakındım çünkü bana verilmiş, uğraşacağım hiçbir iş yoktu.


Öğle tatilinde ilk kez yemekhaneye gittim. Sıraya girdim. Fakülte Sekreteri gelip diğer sıraya girmem gerektiğini söyledi, hocaların sırası ayrıymış. Hcaların oturduğu kısma davet etti ama benim için orada oturmanın uygun olmadığını belirterek normal masalardan birine oturdum.


Hacettepe Tıp'ın en nefret ettiğim özelliklerinden biri kaskatı kast sistemiydi. Bunun en doğrudan gözlenebileceği  durum ise grupların öğle yemeklerini nerelerde yedikleri ve bu sırada nasıl birbirlerine temas etmedikleriydi. Faküktenin ilk üç sınıfındaki öğrenciler genelde yurt sokağındaki mekanlara giderlerdi (eskiden geyik cafe vardı ama sonradan kapatılıp yeri bir kahve zincirine kiralandı). Hastane içinde zaman geçiren Dönem 4 ve 5 öğrencileri sncak veya sub-snack'e takılırdı. Yemekhane intörnler ve asistanlar içindi. Öğretim görevlilerinin ise ayrı yemekhanesi vardı. Kimi zaman bazı hocalarımız bizi oraya götürdüklerinde, diğer hocalardan yadırgayan gözlerle bakanlar olurdu.


Burada böylesi bir fiziki ayrım yok ama mekan kendi içinde bölünmüş. Aynı büyük salonun içinde hocalar için ayrılmış masalar var, kimi sıraya bile girmeksizin doğrudan bu masadaki yerine geçiyor ve yemeği ayağına götürülüyor. Öğrenciler bildiğimiz dört gözlü metal tabldot kaplarında yemeklerini alırken hocalara tabak ve tepside yemek sunuluyor. 


Ben hocalarla oturmadım, sıraya girip yemeğimi aldıktan sonra öğrencilere ayrılan kısımda bir masada tek başıma yedim yemeğimi; her gün de aynı şeyi tekrarlıyorum. Bu, tevazu veya öğrencilerle kaynaşma isteğinden kaynaklanan bir şey değil. Bir masada oturmak ve lokma paylaşmak insanoğlunun en kadim geleneklerinden biridir; dostlar ve denkler arasında bir barış ve arkadaşlık göstergesidir. Ben buradakilerle dost olmadığım gibi, onlara denk olduğuma da inanmıyorum. Buraya zorunlu hizmetle gönderilmiş bir adam olarak köle olarak adlandırılmamı ağır bulacakların bile kullanabileceği en hafif tabir hizmetçidir ve hiçbir kültürde köleler ve hizmetçiler efendileriyle aynı masaya oturmazlar. Bu nedenle bana uygun olan yerin hocalar masası olmadığını düşünüyorum.


Bunları düşünerek geçen öğle yemeğinden sonra odama döndüm. Mesai bitene kadar hiçbir şey yapmamaya devam ettim. Yine kimseyle tek satır konuşmadım. Sonra toparlanıp çıktım ve akşam kalacağım Bayındırlık Misafirhanesi'ne doğru yola koyuldum. Bilmediğiniz bir şehirde, hava karardıktan sonra, bilmediğiniz bir adresi bulmak kolay olmayabiliyor. Biraz kayboldup arandıktan sonra buldum ve odama yerleştim. Afyon'a ayak basışımdan beri ilk kez yıkandım, traş oldum. Böylece bitti köleliğin üçüncü günü. 

14 Aralık 2011 Çarşamba

Kölelik Günlükleri - 06.12.2011 - Gün 002

Köleliğin ikinci günü bilmediğim bir şehirde aranıp durmakla başladı. Bana tahsis edilmiş olan hücrenin güvenlik görevlilerinde durandan başka bir anahtarı olmadığından, bu anahtarı bir tutanak ile teslim almıştım ve bir anahtarcı bularak bir kopyasını yaptırmam gerekiyordu. Aynı zamanda, personelin maaşlarının yattığı banka şubesini bulmam ve orada bir hesap açtırıp, hesap numarasını bildirmem gerekiyordu. Şehir merkezinde hiç de gönüllü olmadığım uzunca bir tura dönüşen aramalar sonucu bu iki işi de hallettim, karnımı doyurdum ve kampüse döndüm. 


Yaptırdığım anahtarlar kapıyı açmadı. Görevli arkadaşlar gelip bir de kendileri denedikten sonra kilidin  göbeğinde arıza olduğuna karar verdikten sonra göbeği değiştirip anahtarları bana teslim ettiler. Bir kopyayı güvenlik görevlilerine teslim ederek, tutanağa da anahtarı teslim ettiğimi not ettirdim.


Böylece ikinci kölelik günümdeki mesaimin sonuna gelmiş oldum ama polisevine gitmek de içimde gelmiyordu. En azından saat yediye kadar buralarda oyalanarım düşüncesindeydim. Mutat sigara turlarımdan birinden dönerken ana giriş kapısından girince tam karşıda kütüphanenin yerleştiği fark ettim ve ufak bir keşif turuna başladım.


Kütüphane yaklaşık 5x10 metre büyüklüğünde bir alan. %80'i masalara ayrılmış durumda zira kaynaklara ayrılan alanın fazla olmasına gerek yok, pek kaynak yok. Kapıdan girip hemen sola dönünce ilk rafta şu güzellikle (!) karşılaştım:





Nedir bu diyecekler için açıklayayım. Bu kimyasal maddeler satan bir firmanın katalogu. Laboratuvar işi yapanların aşina olduğu bir şeydir kendisi zira size lazım olan malzemenin kod numarasını arayıp, fiyatını da öğrenip sipariş veririken sıkça kullanılır. Tabi burada önemli olan katalogun olabildiğince güncel olmasıdır zira portföydeki ürünler de,  fiyatları da her yıl değişir. Son yıllarda bu bilgilerin en güncel haline ulaşmanın daha kolay bir yolu olan internet yaygınlaşınca bu katalogların biraz gözden düştüğünü söylemekte de fayda var elbette. Asıl önemli olan bunun bir kütüphanede yer verilecek "kaynak eser" statüsüne nasıl yükselmiş olduğuna anlam verememem. Üstelik katalog yeni de değil, kütüphaneye girişi (sırtındaki etiketten de görülebileceği üzere) 2003; bari güncelini edinseydiniz yahu.




Raflar arasında gezinip farmakoloji kitaplarını  bulmaya çalıştım ama nafile, ortada yoktular. Az ilerideki katalog tarama bilgisayarına gidip, arama anahtar sözcüğü olarak  "farmakoloji" yazınca bu durum daha anlaşılır hale geldi. Yalnızca 14 eser geldi, bunların yaklaşık yarısı online erişilebilir kaynaklar olup, basılı halleri raflarda yer almıyordu. Yine de konu kodunu buradan öğrenmiş oldum ve o rafı aramaya başladım. Akşamın asıl sürprizi beni orada bekliyordu:






Evet, yanlış görmediniz, kitabımızın adı "Tabiat: Derdin Devası". Kitabın içinde bilimsel tek bir referans yok, yalnızca kocakarı reçeteleri var içeride, bir de bu reçetelerin hangi hastalıklarda (!) kullanılacağı yazıyor. "Madem geleceğin doktorlarına verdiğiniz ilaç eğitimi otlara dayalı geleneksel tıp (yani ot) reçeteleri seviyesindeydi, bir farmakolog olan beni buraya needen getirdiniz?" diye düşünmeden edemedim. Ayıptır söylemesi, ben bu ot işlerinden hiç anlamam, yalnızca ilaçları bilirim.


Diğer farma kitaplarının tamamı Türkçe eserler olup orijinal bir kaynak yok. Türkçe kaynaklar arasında da bizim alanın klasikleşmiş kaynak kitaplarından hiçbiri yok. Yani kısacası, kütüphanede bir öğrencinin açıp, iki satır okuyup da farmakoloji öğreneceği tek bir kitap yok.


Sonra sıra geldi süreli yayınlar kısmına. Burada da saygın uluslararası dergilerden herhangi birine rastlamak mümkün değil. Dosya doldurup bir an önce doçent olma derdindeki akademisyenlerimizin göz bebeği kampüs yayınları son yıllarda patlama yaptı. Süreli yayınlar raflarının büyükçe bir kısmını bu yayınlar dolduruyor ama onların bile çoğunun en son sayıları değil, eski nüshaları mevcut. Bir bilimsel kaynak sıkıntısı olduğu aşikar.


Araştırma yapılacak laboratuvarı bile olamayan ama kütüphanesinde tarihi geçmiş, kimyasal madde katalogu kaynak kitap niyetine bulundurulan ve farmakoloji kaynak kitabı diye ot reçetesi kitabını kütüphanesine koyacak kadar bilimsel olan bu müthiş bilim yuvasında (!) ikinci gün de böyle bitti. Sonra, polisevi ve uyku. 











9 Aralık 2011 Cuma

Kölelik Günlükleri - 05.12.2011 - Gün 001

Devletin diplomama el koyması ve ona iki sene kölelik etmezsem geri vermeyeceğini, mesleğimi icra edemeyeceğimi kanun hükmüne bağlaması nedeniyle yerine getirmem gereken "devlet hizmet yükümlüğü" görevime başlamak üzere, 05.12.2011 tarihinde, sabah 09:00'da Ankara'dan yola çıkarak 12:00'da Afyon'a ulaştım. İki dolmuş ile Kocatepe Üniversitesi Ahmet Necdet Sezer kampüsüne ulaştım. 13:30'da öğle tatilinin sona ermesiyle resmi işlemlerimin yapılacağı servise gittim. Talep edilen belgeleri teslim ettim, doldurmam istenen formları doldurdum ve benim gözümde köle kayıt numaram olan kurum sicil numaramı aldım.


Yine iki dolmuş kullanarak, bu kez tıp fakültesinin bulunduğu Ali Çetinkaya Kampüsü'ne ulaştım. Öncelikle Farmakoloji Anabilim Dalı başkanının (not: Bundan sonra Hoca olarak bahsedilecektir) yanına gitmeyi uygun bulduysam da kendisini odasında bulamadım, dersteymiş. Onu bulamayınca kimseyi de bulamamış oldum zira anabilim dalı yalnızca kendisinden oluşmaktaydı. 


Dekanlık katına giderek orada da formlar doldurdum (10 adet daha vesikalık fotograf gerektiğini öğrendim ve bunun en baştan söylenmemiş olmasına sinirlendim, aslında "bunu nasıl öngöremedim ki" diyerek kendi aptallığıma sinirledim) ve oradakilerin yardımıyla Hoca'ya ulaştım. Göreve başlama yazım yazıldı ve resmen göreve başlamış oldum. Aramızda geçen 15 dakikalık konuşmada laboratuvar, hayvan veya deney düzeneği bulunmadığını; herhangi bir araştırma yapılmadığını, benden beklenenin yalnızca ders anlatmam olduğunu öğrendim. Aynı zamanda Diş Fakültesi Dekanlığı görevini vekaleten yürüten, Döner Sermaye İdaresi'nde de sorumluluğu bulunan ve o güne kadar tüm dersleri anlatan anabilim dalı başkanının ders yükünü hafifletmek dışında bi işim olmadığını böylece anlamış oldum. (Tüm sene boyunca, taş çatlasa 50-60 saat ders anlatıp geri kalan kısmında boş oturacak olmamın nasıl bir insan sermayesi israfı olduğunun ve bu kadarcık iş için tüm yıl boyunca, toplamda en az 30000 TL kadar maaş alacak olmamın nasıl bir mali israf olduğunun takdiri saygıdeğer okuyucuya aittir.) 


Sonrasında Hocanın odasının tam karşısında yer alan odam (bana sorarsanız hücrem) gösterildi ve anahtarları bana teslim edildi.






Bu esnada çoktan akşam olduğundan mesai bitti ve geceyi geçirmek üzere yalnızca 300-400 metre uzakta  olan Polisevi'ne gittim. Oldukça ağır ve tuhaf bir kokusu olan bir koridordaki 3 kişilik odamı 2 genç polis kardeşimle paylaştım. Böylece bitti ilk gün.


İlk günden aklımda kalan en önemli şey Hoca'nın en fazla 15 dakika sürmüş olan konuşmamızda, 3 kez, "iki yıl boyunca burada çalışmaya mecbur olduğumu ve bunu yapmadan diplomamı alamayacağımı", yüzünde bir gülümsemeyle birlikte dile getirmesi oldu. Bir meslektaşının kendi emrinde, zorla çalıştırılıyor olması karşısındaki bu tavrının ne kadar hoş olduğunun takdiri de yine saygıdeğer okuyucuya aittir. 


"Ömrümün iki yılına ne fiyat biçsem bana az gelir. Dilerim ölmeden önce bu devletten, bu milletten bunu tahsil etme fırsatını bulurum. Hayat uzun,çıkar bir fırsat" dediğimde Hoca'nın yanıtı "hayat bazen de çok" kısadır oldu.


Bu güzel şarkıyı bu nedenle kölelikte ilk günüme ve saygıdeğer Hocamıza ithaf etmek isterim:


We are eternal, all this pain is an illusion (Tool - Parabol/Parabola)












Not: Bu şarkıyı Ömer Hayyam'a ve Mevlana'ya dinletebilmeyi çok isterdim.

2 Aralık 2011 Cuma

Affet beni peder

Millet olarak en yanlış anladığımız dini ritüellerden birinin günah çıkarma olduğunu düşünüyorum. Bu da olayın "an"ına odaklanıp, onu hazırlayan "geçmiş"i göz ardı edişimizle ilgili sanki. 

"O ne öyle, gittin, ben günah işledim dedin, o da affetti, oldu, bitti, öyle mi? Allah mı bu adam da affediyor?" 

Ortalama vatandaşımızın filmlerde yüzlerce kez gördüğü bu ritüele yaklaşımının özeti üç aşağı, beş yukarı böyle. Sabah rahibe koşan kişinin bir önceki gece düşündüklerindedir aslında bu uygulamanın anlamı.  "Af dilersen Allah bağışlar" anlayışı müslümanlıkta da mevcuttur ama böylesi bir dünyevi ritüele bağlanmış değildir. Özü itibariyle her dinin hedeflediği, olgun, kendini ve buradan giderek Rabbini bilen insandır. Af dileme ve günah çıkarma bu kendini bilme halinin yollarından biridir aslında. Af dileyecek kişinin öncelikle kabahatinin farkında olması, bunu kendine itiraf edebilmesi gerekir. Hedeflenen de budur aslında, İsmet Özel'in tabiriyle "aynada iskeletini görmeye kadar varan" insan. Ümit edilen yapılmış olanın neden kabahat olduğunu anlayan, bunu itiraf eden insanın aynı davranışı tekrarlamamasıdır. Böylesi davranışları birer birer fark ettikçe, adım adım yürünen bir tekamül yolu oluşur. Mesele günah çıkarmak değil, günah çıkarmaya gitmekten önceki düşünce dönemidir.

Bugün protestan kiliselerinin büyük bir bölümünde günah çıkarma işlemi yok. Devam ettiği örneklerden biri Almanya'nın büyük kısmını kapsayan Lutheran kilisesi. Bu kendinin farkında olma, en zayıf ve en çirkin halini dahi itiraf edebilme halinin zirve noktalarından birinin Almancadaki "schadenfreude" sözcüğü olduğunu düşünüyorum. "Başkasının talihsizliği karşısında hissedilen kötücül zevk, mutluluk" anlamına geliyor bu sözcük. Hiçbirimize yabancı değil bu duygu ama Türkçede bir kelimeyle anlatamıyoruz (haset vb. karşılamıyor); İngilizcede de yok karşılığı, Almancadan alıp aynen kullanıyorlar. Pek çok dil de aynı durumda. Böylesi bir duyguyu dahi itiraf edebilecek durumda olmak, yukarıda anlatmaya çalıştığım kendiyle yüzleşebilme ve kendini bilme halinin en berrak ve saf hallerinden biri bence.

İyi de neden anlattım bunları? Şu meşhur resmi anlayabilmek için:






Burası Varşova, Soykırım Anıtı. Dizlerinin üzerindeki adam Alman Sosyal Demokrat Partisi başkanı, devrin şansölyesi Willy Brandt. Şöyle ifade etmiş yaptığını: Yakın tarihin ağır yükü altında, kelimeler yetersiz kaldığında insanların yaptığını yaptım; böylece milyonlarca öldürülmüş insanı andım.


Yukarıda anlattıklarımla bağlantılı olarak, bir Almanın bunu yapabilmesi bana hiç şaşırtıcı gelmiyor. Gündelik hayattaki en ufak kabahatlerini bile itiraf edemeyen, kendine böylesi derin bir bakışla bakma alışkanlığını edinmemiş insanlardan oluşan bir toplum, kendilerinin bile değil, dedelerinin yaptıklarını itiraf edebilir ve özür dileyebilir mi? Sanmam.


Onun için sahte özürlerle gündem yaratarak, Dersimlilerin yaralarını yeniden kanatmak pahasına oy peşinde koşmanın anlamı yok. Önce kendi kabahatlerimiz konusunda dürüst olabilmeyi becerebilelim, o olgunluğa erişelim, aynı kabahatleri tekrar işlemeyecek kadar farkında ve pişman olabilelim, tekrar etmemeye niyet edebilelim ve bunu becerebilelim; belki o zaman sıra gelir millet halinde gerçek özürlere. Henüz değil, bu toplumla değil...

Hülasası:
Kabahatiyle yüzleşmemiş ve kabahati tekrarlamamaya niyet etmemiş olanın özrünün hükmü yoktur.


.  

6 Kasım 2011 Pazar

Farmakoloji ve futbol - III

Biliyorum, "iyi bir tema yakaladım, buradan devam edeyim" dersen, meseleyi fazlasıyla sündürüp suyunu çıkarma riski vardır. Bir bakmışsın, 10 sene boyunca aynı şarkıyı değişik isimlerle önümüze süren The Cranberries'den farkın kalmamış. Daha beteri de var, "altı üstü yedi tane nota var, kaç farklı beste yapılabilir ki?" diye soran büyük Türk düşünürünün şarkılarındakine benzer kekremsi bir tat yakalamak da mümkün, Allah muhafaza.

Tüm bu riskleri göze alarak farmakoloji ve futbol temalı üçüncü yazımı yazmak niyetindeyim çünkü öyle güzel bir orta geldi ki, vurmasam içimde kalacak. 

Golsüz Eşitlik isimli blogda 16 Ekim 2011 tarihinde yayınlanan Namaste başlıklı yazı şöyle başlıyor:

"Askere gidip, askerlik yaptığınız süre zarfında (5 veya 15 ay olabilir bu süre) veya herhangi başka bir işle uğraştığınızdan önünüzde veya elinizin altında teknolojik bir alet bulunmadığında hiç futbol ile alakalı bir şey izlemeseniz, dünya futbolunda yaşananlardan dolayı, kendi güncel futbol birikiminizde bir çok şeyin eksikliğini farkedersiniz. Ne bileyim Mario Mandzukic'in Edin Dzeko'nun 1 boy küçüğü olmuş olmasını, Edin Dzeko ve Maradona'nın damadının, Zidane'ın 48 veliahtından birisi olan Samir Nasri ile beraber City gibi bir takımı bir yerlere getirmesini felan kaçırırsınız. Bir kaç El Clasico, Arsenal'in 8 yediği maç gibi şeyleri izlemezsiniz. "Türk futbolu açısından ne kaçırırsınız" derseniz, cevabı vereyim. Hiç bir şey kaçırmamış olursunuz.

5 ay öncesinde ne muhabbeti dönüyorsa, hala aynı. Bakın, Ulusal Takım hala aynı aptalca argümanlarla eleştirilip, yazılara malzeme oluyor. Hala muhabbet "yerli teknik direktör. Mesut Özil.

Bunun aynısı Türk akademisinin benim gözleme imkanı bulduğum kısmında da vardı. 

Geride kalan beş yılda sürekli ve işe yarar  bir internet bağlantısından mahrum kaldığım tek bir ay oldu, askerliğimin Samsun'da geçen ilk ayı. Tezimde kullandığım üç ilaç etken maddesi hakkındaki tüm makaleleri, nöroekonomi ve riskli davranış alanlarını ve iki bilimadamının (Eric Nestler ve Gökhan Hotamışlıgil) yeni yayınlarını düzenli takip ediyordum. Takip ettiğim, haftada bir yayınlanan 3-4 dergide o ay boyunca yayınlanan ve ilgimi çeken, dikkate değer makaleleri de ekleyince o bir ay içinde epey bir şey kaçırmışım. Bir yandan yeni yayınlananları günü gününe takip ederken, o birikenleri eritme işi neredeyse 2 ay aldı. 

Dünya biliminde bunlar olurken, Türkiye'de neler mi oldu? Ne mi kaçırdım? Hiçbir şey.

Tamam, kabul, bir ay kısa bir zaman. O zaman bunu iki yıla çıkaralım. Bizim camianın büyük kongreleri iki yılda bir düzenlenir. Makul bir işleyişi olan bir laboratuvar grubunun bir kongrede sunduğu araştırmayla iki yıl sonra sunduğu arasında bir ilerleme görmeyi beklemek gerekir ama durum her zaman bu şekilde değildir. Belli bir fikir çizgisi üzerinde ilerleyenler olsa da  başka bir grup daha var.

Şöyle düşünün:
Elinizde belli ölçümleri yapan bir alet var. Bir grup hayvana hiçbir şey yapmayıp ölçüm yapıyorsunuz, bir başka gruba da A ilacını verip ölçüm yapıyorsunuz. Böylece A ilacının ölçülen değişkenler üzerine etkilerini belirlemiş olursunuz. Bunu da bir kongrede sunabilir ve/veya bilimsel makale olarak yayınlayabilirsiniz. 

Buradan sonra yol ikiye ayrılıyor:

1) A ilacının etkilerini daha ayrıntılı incelemek, onun etkilerini kullanarak vücuttaki bir mekanizmayı/yolağı anlamaya çalışmak (bu yolla birbiriyle fikri takip bağı olan bir kaç araştırma yapılabilir)

2) Yeni bir B ilacı bulup, aynı testleri bir de onun için yapıp bir sonraki kongreye onu getirmek, bir sonraki makaleyi de bu verilerle yayınlamak.

Bu ikinci yol Türkiye'de en sık kullanılan yöntemdir desem yalan söylemiş olmam. Yazılır bir proje, biraz para bulunur, bir makine alınır, sonra onunla birbirinin aynısı araştırmalar yapılır. O kadar aynıdır ki bu araştırmalar, ilk makalenin materyal-metot kısmını, yalnızca ilacın adını değiştirerek, ikincide aynen kullanmak mümkündür.

Bu ikinci yolun yaygın olduğu bir bilimsel ortamda iki yıl boyunca yeni yayınlanan makaleleri izlemeseniz ne olur? Hiçbir şey olmaz, hiçbir şey kaçırmış olmazsınız. Aynı adamlar, aynı şeyleri, aynı şekilde yapmaya devam etmiş olurlar, siz de bir şey kaçırmamış olursunuz çünkü ortada kaçırılacak, kaçırmamak için çaba gösterilecek bir şey olmaz.

Son üç kongrenin bildiri özeti kitapları var kütüphanemde. Üşenmeyip bir ara bu bakış açısıyla detaylı bir inceleme yapmalıyım aslında ama şöyle bir göz attım da, manzara anlattığımdan pek farklı değil. Gerçekten bir şeyler üretmeye çalışanların hakkını teslim etmeyi görev bilirim ama futbol blogumuzu örnek alarak şunu  da söylemek gerek:


2 yıl öncesinde ne muhabbeti dönüyorsa, hala aynı




Yarın Kurban Bayramı. Ne futbolundan, ne bilimden hayır gördüğümüz güzel ülkemizde hayırlı bayramlar dilerim efendim.


5 Kasım 2011 Cumartesi

Farmakoloji ve futbol - II

Futbol üzerine bir şeyler okumak istediğimde Özgür'ün bana ilk tavsiyelerinden biri Orhan Uluca'nın çoğunlukla Bundesliga üzerine yazdığı blogu Borges olmuştu. Gerçekten severek takip ediyorum, çok şey de öğrendim bu blogdan. Bir zamanlar izlerken adeta sinirimi bozan Bastian Schweinsteiger'i sevdim burada hakkında okuyup öğrendiklerim sayesinde. O kadar ki, hafta içinde oynanan Şampiyonlar Ligi maçında köprücük kemiğini kırınca gerçekten üzüldüm.

Neyse, konuyu dağıtmayayım. Futbolu seviyorsanız Borges'i mutlaka takip edin diyerek asıl meseleye geçeyim.

Önce bir kaç dakikanızı ayırıp Orhan Uluca'nın şu yazısını okuyun lütfen çünkü oradan devam edeceğiz:



Son kısmı tekrar okuyalım:

"Kısaca (Almanya) alt yapıyı değiştirip onun üst yapıyı belirlemesini sağladı. Peki biz ne yapıyoruz?

En tepeye tek "bir" adam koyarak her şeyi değiştirmesini bekliyoruz. Sadece bir adama çok fazla para vererek her şeyi değiştirebileceğimizi düşünüp, hem o adama hem de kendimize haksızlık yaparak kolaya kaçıyoruz.

Özet: Hiddink'i getirmek değil onun ve diğerlerinin de başarılı olabileceği yeni nesli oluşturmaktır tüm mesele. Bu teknik direktörün değil fedarasyonun görevidir!"


Sormak isterim: Akademik dünyamızın bundan bir farkı var mı?
Türkiye'de son on yılda yetişen tüm farmakologları bir araya getirip (gözünüzde büyümesin, en fazla 50-60 kişidir) bir enstitü kursak, bu enstitüye gerekli tüm altyapıyı sağlasak ve başına da Nobel ödülü sahibi bir bilimadamını getirsek ne olur?
Ben söyleyeyim: Hiçbir şey.
Hiçbir şey olmayışının sebebi de bellidir, altyapı eksikliği. Getirdiğimiz Nobelli bilimadamı karşısında temel bilimsel metodolojiye hakim; kendi uzmanlık alanındaki literatürü günü gününe takip eden, diğer alanlardaki önemli gelişmelerden de haberdar; en az bir teknik konusunda ileri seviyede uzmanlaşmış, başka birkaç tekniğe de hakim; çalışma disiplini olan, plan yapabilen ve yaptığı planı belirlenen takvimin dışına taşmadan uygulayabilen araştırmacılar bulmayı umacaktır. Ve bunları bulamayacaktır.
Beklentiler listesi uzatılabilirdi ama kasten kısa tuttum ve bir temel ilkeye göre seçtim: Altyapıda (eğitim süreci) sağlanacak ve olmazsa olmaz özellikler.

Var mı böyle bir altyapı? Bana kalırsa yok.
İşte bu yüzden bir parça yetenekli, biraz da eğitim almış futbolcularımız şans eseri yurtdışında iyi bir takıma giderse kariyerlerinde ilerdikleri gibi bu memleketin genç farmakologları da yurtdışında iyi laboratuvarlara gittiklerinde bu işin gerçekten nasıl yapılması gerektiğini görüp, adeta mesleklerini yeniden öğrenip, saygın dergilerde makaleler yayınlayabilecekler. Ve tıpkı futbolcularımız gibi buraya geri döndüklerinde yeniden eski hallerine geri dönecekler. Bir zamanlar yaptıkları araştırmalar burada yapılamaz olacak; bir zamanlar yayın yaptıkları Nature, Science, J Neuro gibi dergiler erişilemez hayaller haline gelecek.

Başka benzetmeler de yapılabilir ama gerek yok uzatmaya. İşin özü açık: Futboldaki altyapı problemini çözmezsek futbolumuzdan bir şey olmayacağı gibi doktoradan anladığımız şeyi daha net belirlemez ve bu dereceyi verdiklerimizden bekleneceklerin asgarisinin çıtasını şu an olduğu yerden oldukça yüksek bir yere çekmediğimiz sürece kimse bu ülkede tıp-biyolojik bilimler alanında bilimsel açıdan bir şey beklemesin. Diğer alanlar hakkında konuşmayayım ama birkaç yıldır içinde olduğum ve gözleme imkanı bulduğum bu alan için rahatlıkla söyleyebilirim ki yapılması gereken çok şey var ve şu anki halimizle bizden hiçbir şey olmaz.
Yeniden söylüyorum, Alev Alatlı haklı, bu işler birleşik kaplar prensibine göre işliyor. Futbolu bu halde olan bir toplumun üniversitesinin daha iyi halde olduğunu zannetmek saçma. Bir şeyler düzelecekse topyekün düzelecek veya bu ülkenin tüm insanları, hangi alanda çalışıyor oldukları fark etmeksizin, aynı vasatlık, kuralsızlık, yetersizlik ve ehliyetsizlik içinde iş yapmaya devam edecek.


Futbolda o yapıyı kuracak olan teknik direktör değil federasyon olduğu gibi, bilimsel alanda da yapıyı kurması gereken mevcut yapı ve işleyiş içinde  tek tek üniversiteler değil, YÖK (Aslında böyle bir yetkisi olmaması gerekirdi, aslında YÖK'ün hiç mevcut olmaması gerekirdi ya, neyse). YÖK'ün elinde tüm alanlarda doktoranın asgari içeriğini yeniden belirleyecek yetki de var, buna uymayan doktora programlarını kapatacak yetki de ama hazırlıksız açılmış onca üniversiteye seviyesine bakmadan öğretim görevlisi bulmaya uğraşan bir kurumdan (bugüne kadar tek bir saat ders anlatmamış olan beni, eğiticilik konusundaki bilgi-becerimi hiçbir teste tabi tutmadan, yalnızca bir kura ile seçerek bir üniversiteye öğretim görevlisi olarak atayan kurumdan) yetişecek öğretim görevlisi sayısını azaltması ihtimali olan böyle bir adımı atmasını beklemek elbette hayalcilik ama başka yolu var mı işleri düzeltmenin?  



Bu serinin ilk yazısı: Farmakoloji ve futbol


Not: Bu yazının yazarının, burada sahip olunması gerektiği belirtilen özelliklerin tümüne sahip olduğu gibi bir iddiası yoktur, hatta yalnızca yeterli olduğunu söylemekten bile korkar. Ben de bu sistemin içinde yetiştim ve ona ait tüm arazlar bende de mutlaka mevcuttur.


 

3 Kasım 2011 Perşembe

Hukuka uymayan hukuk devleti

Bu blogda sıkça yer verdiğim görüşlerimdem biri, 5371 sayılı kanun uyarınca yürütülmekte olan, doktarlara yönelik "devlet hizmet yükümlülüğü" uygulamasının kölelik/zorunlu çalıştırma kapsamında olduğu, bu nedenle hukuksuz olduğu ve insan hakları ihlali sayılması gerektiğidir. Bu yazıda bunu daha detaylı olarak anlatmaya çalışacağım.



Bu konuyu düzenleyen, Türkiye'nin de taraf olduğu uluslarası metin, 1930 yılında kabul edilmiş bir ILO metni olan CEBRİ VEYA MECBURİ ÇALIŞTIRMAYA İLİŞKİN (29 NO'LU) SÖZLEŞME. (sözleşmenin tam metnine bu linkten ulaşabilirsiniz, metnin bundan sonraki kısmında yalnızca sözleşme olarak kullanılacaktır)


Bu sözleşme ile ilgili kanunun Resmi Gazete'de yayınlanarak Türkiye'de yürürlüğe giriş tarihi 1998 (23 Haziran 1998 / 23381). Yalnızca bu tarihi öğrenmek bile mevcut uygulama ile ilgili kimi tartışmalara son vermek için yeterli. Mevcut uygulamanın yeni bir uygulama olmadığı, daha önce de Türkiye Cumhuriyeti  tarafından yapılmış uygulamaların devamı niteliğinde olduğu şeklinde bir savunma mevcut. 1998'e kadar Türkiye Cumhuriyeti, bu uluslararası sözleşmeye taraf olmadığından burada bahsedilen hükümlerin bağlayıcılığından muaf kabul edilebilir. Böylece eski zorunlu hizmet uygulamaları ilkesel olarak yanlış olmaya devam etse hukuken uygun olmaktadır. 1998'den sonra ise, bu sözleşmeye aykırı kanunların ortadan kaldırılması ve yürütmesinin durdurulması ve yeni yapılacak kanunların bu sözleşmeye uygun olarak hazırlanması gerekmektedir. Dolayısıyla, eski bir kanunun yeniden yürürlüğe sokulduğu, bunun yeni bir kanun/uygulama olmadığı savunması geçerliliğini yitirdiği gibi 2005 yılında kabul edilen 5371 sayılı kanunun da sözleşmeyle çelişmemesi gerekmektedir. 


Şimdi çelişip çelişmediğine daha ayrıntılı bakalım, sözleşme maddelerini inceleyerek.




"Madde 2:



Bu Sözleşmenin amaçları için, “Cebri veya Mecburi Çalıştırma” ifadesi herhangi bir kişinin ceza tehdidi altında ve bu kişinin tam isteği olmadan mecbur edildiği tüm iş veya hizmetleri ifade eder."


5371 sayılı kanunda geçen "Devlet hizmeti yükümlülüğü kapsamındaki personel, bu görevlerini tamamlamadan mesleklerini icra edemezler" ifadesi burada belirtilen "ceza tehdidi" kapsamına girecektir. Devlet, bu hizmeti icra etmeyenleri pratik olarak "meslekten men" ile cezalandıracağını beyan etmektedir. Devlet hizmet yükümlülüğünün doktorlar arasındaki adının "zorunlu hizmet, mecburi hizmet" olması "tam isteği olmadan" ifadesini karşılar sanırım. "Başkaları adına konuşma" diyecekler için ben kendi pozisyonumu açık olarak ortaya koyayım:



Devlet beni bu hizmete isteğim olmadan, ceza tehdidi ile göndermektedir.


Sanırım artık anlaştık; devlet hizmet yükümlülüğü, "cebri veya mecburi çalıştırma"nın uluslararası hukuktaki tanımı kapsamına girmektedir.


Elbette her kuralın istisnaları vardır. İkinci maddenin geri kalan kısmı bu istisnaları tarif ediyor:


"Ancak “Cebri veya Mecburi Çalıştırma” ifadesi bu Sözleşme bağlamında aşağıdakileri kapsamaz:

Mecburi askerlik hizmeti hakkındaki kanunlar gereğince mecbur tutulan ve sadece askeri bir mahiyet taşıyan işlere hasredilen bir çalışma veya hizmet;

Bizzat kendi kendini yöneten bir memleketin vatandaşlarının olağan kamu hizmeti yükümlülüklerinin bir parçasını teşkil eden bir iş veya hizmet,

Çalışma veya hizmetin bir kamu makamının nezaret ve kontrolü altında icra edilmesi ve söz konusu ferdin özel kişilerin, şirketlerin veya özel-tüzel kişilerin hizmetine bırakılmaması veya verilmemesi şartıyla, bir mahkemenin verdiği mahkumiyet kararının sonucu olarak yapmaya mecbur edildiği bir iş veya hizmet;

Olağanüstü hallerde, yani harp, felaketler veya yangın, su baskını, açlık, yer sarsıntıları, salgın hastalıklar ve şiddetli hayvan salgınları, hayvanların ve mahsule zarar veren böcek veya parazitlerin hastalık yaymaları durumunda ve genel olarak halkın bütünün veya bir kısmının normal yaşama şartlarını veya hayatını tehlikeye koyan tehlikeli veya zarar verici her türlü şartlarda yapılması mecburi bir iş veya hizmet;

Küçük çaplı toplumsal hizmetler, yani toplum fertleri tarafından doğrudan doğruya toplum menfaatine yapılan işler, bizzat toplumun fertleri veya doğrudan doğruya temsilcilerinin bu çalışmaların gerekli olduğunu beyan etmeleri hakkının tanınması şartıyla toplum üyelerine düşen olağan kamu hizmeti mükellefiyetleri olarak mütealaa edilecektir."






Bunlar içinde yalnızca " Bizzat kendi kendini yöneten bir memleketin vatandaşlarının olağan kamu hizmeti yükümlülüklerinin bir parçasını teşkil eden bir iş veya hizmet" maddesi mevcut kanuna gerekçe kabul edilebilir ancak burada kast edilenin kişilerin meslekleri dışındaki, jüri üyesi olma vb. gibi kamu hizmetleri olduğunu da göz önünde bulundurmak gerek. Kişilerin mesleklerinin elinden alınması tehdidiyle 350-550 gün doktor olarak çalıştılımasını bu kapsamda ele almak, buradaki tanımın sınırlarını çok çok esnetmek olur sanırım.



Yine de, mevcut uygulamanın izin verilen cebri ve mecburi çalıştırmalardan biri olduğunu kabul etsek bile sorunlar var. Sözleşmenin geri kalan kısmında mecburi çalışmalara dair getirilen kurallara bakarak bu sorunlara göz atalım.




"MADDE 9

Bu Sözleşmenin 10 uncu maddesinde belirtilen aksi hükümler hariç, cebri veya mecburi çalıştırma koyma hakkına haiz herhangi bir makam önce;

Verilecek hizmetin onu icra etmesi talep edilen toplum için önemli ve doğrudan doğruya toplum menfaatine olduğuna,

Bu hizmet veya işin halihazır veya yakın gelecek zarurete haiz olduğuna;

İlgili ülkede benzeri iş veya hizmetler için geçerli olanlardan düşük olmayan ücret ve çalışma şartları önerilmesine rağmen bu hizmetin yerine getirilmesi veya işin yapılması için gönüllü iş gücü temini mümkün olmadığına;ve

iş veya hizmetin, mevcut işgücü ve onun söz konusu işi yapma kabiliyeti göz önüne alınarak, söz konusu halka çok ağır bir yük teşkil etmediğine kani olduğu takdirde ancak bu çalıştırma şekline müsaade etmelidir."






Ortada bir kanun olduğuna göre, Türkiye Cumhuriyeti'nin, doktorlardan bu yolla alınan hizmetlerin bu özelliklere haiz olduğunu düşündüğü sonucunu çıkartmak gerek. Bu konuda yorum yapma hakkı bana ait değil. TBMM, hükümet veya Sağlık Bakanlığı bu konudaki görüşlerini resmi olarak açıklarsa haberdar olmuş oluruz. Bildiğim kadarıyla böyle bir gerekçe, yazılı ve kamuya açık halde, mevcut değildir.





"MADDE 10 
Vergi olarak talep edilen cebri veya mecburi çalıştırma ve idare görevleri icra eden şefler tarafından kamu menfaatine çalışmalar için konulan cebri veya mecburi çalıştırma tedricen kaldırılacaktır.

Bu kaldırmayı beklerken, vergi olarak cebri veya mecburi çalıştırma talep edildiği veya kamu menfaatine çalışmalar için idari görevleri icra eden şefler tarafından cebri veya mecburi çalıştırma konulduğu takdirde ilgili makamlar ilk önce:

Yapılacak iş veya verilecek hizmetin onu icra etmesi talep edilen toplum için önemli ve doğrudan doğruya toplum menfaatine olduğuna;

Bu hizmet veya işin halihazır veya kaçınılmaz olarak yakında doğacak bir ihtiyacı karşıladığına

iş veya hizmetin mevcut iş gücü ve onun söz konusu işi yapma kabiliyeti göz önüne alınarak, söz konusu halka çok ağır bir yük teşkil etmediğine;

Bu iş veya hizmetin icrasının işçileri daimi ikametgahlarının olduğu mahalden uzaklaştırmaya mecbur etmeyeceğine;

Bir iş veya hizmetin icrasının dinin, sosyal yaşamın, veya tarımın icaplarıyla uyumlu yönlendirileceğine kani olmalıdırlar."







Mevcut uygulama, sondan bir önceki hükme aykırıdır. 13 yıldır Ankara'da ikamet ediyorum, devletin ADNEKS sistemi bile "daimi ikametgah"ımı şu anda bu yazıyı yazmakta olduğum, Çankaya/Ankara'da bulunan ev olarak kaydetmiş durumda. Mecburi hizmetimi yapacağım yer ise Afyon. Tanıdığım neredeyse tüm doktorlar da yaşadıkları şehri değiştirmek zorunda kaldılar. İkamet ettiği şehirde mecburi hizmetini yerine getiren doktor oranı %10'u bulursa, bunu mucize kabul ederim. Bu konudaki sayıları açıklama sorumluluğu da, yine Sağlık Bakanlık'ına aittir.




"MADDE 11
Sadece 18’den yukarı ve 45’den aşağı yaşlarda bulunan sağlam yetişkin erkekler cebri veya mecburi çalıştırmaya tabi olabilirler. Bu sözleşmenin 10 uncu maddesinde öngörülen iş türleri hariç, aşağıdaki tedbirler ve şartlar dikkate alınmalıdır.

Mümkün olan her halükarda, konulan işi yapacak ilgililerin bulaşıcı bir hastalığının olmadığının, bedeni kabiliyetlerinin yapılacak iş ve icra edileceği şartlara uygunluğunun idarece tayin edilen bir doktor tarafından önceden tesbit edilmesi.

Öğretmenler öğrenciler ve genel olarak idari personelin muaf tutulması;

Her toplumda aileyi ve sosyal yaşam için zorunlu yetişkin ve sağlam erkek miktarının bırakılması

Karı-koca ve aile bağlarına saygı gösterilmesi,

Yukarıdaki paragrafın (c) altparagrafının uygulamasında, bu Sözleşmenin 23 üncü maddesinde öngörülen düzenlemeler, belirli sayıda nüfustan bir seferde alınabilecek daimi nüfusun erkek ve sağlam fert nisbetini tesbit eder, ancak bu nisbet hiç bir şekilde bu nüfusun %25 ini geçemez. Bu nisbeti tesbit ederken yetkili makamlar nüfus yoğunluğunu bu nüfusun sosyal ve fiziki kalkınmışlığını, mahallinde ve kendi hesaplarına ilgililer tarafından icra edilecek işlerin durumunu ve yılın hangi devresinde olacağını dikkate almalıdırlar; ve genel olarak ilgili toplumun normal yaşamının iktisadi ve sosyal ihtiyaçlarına saygı göstermelidirler."






Peki bu durumda zorunlu hizmete gönderilen kadın meslektaşlarımın durumu ne olacak? "18-45 yaş arasındaki sağlam yetişkin erkek" tanımına dahil olmadıkları muhakkak. O zaman kanunu değiştirip, devlet hizmet yükümlülüğünü yalnızca erkek doktorlara mı uygulayacağız? "Karı-koca ve aile bağlarına saygı gösterilmesi" hususu da bir başka problem yaratan husus. Eşleri özel sektörde çalışanlar mazaret kuralarından faydalanamadığından, eşleri bir şehirde kalırken kendileri başka bir yere gitmek zorunda kalabilmektedir. Bu şekilde parçalanmış aileler, annesi veya babası yanında olmaksızın büyümek zorunda kalmış çocuklar mevcuttur. 




"MADDE 12 
Herhangi bir ferdin muhtelif şekiller altında cebri veya mecburi çalıştırmaya maruz kalabileceği azami müddet, 12 aylık bir sürede, işyerine gitmek ve oradan gelmek için geçen gerekli yolculuk günleri de dahil olmak üzere 60 günü geçemez.

Cebri veya mecburi çalıştırmaya maruz kalan her işçiye icra ettiği cebri veya mecburi çalışma müddetlerini gösteren bir sertifika verilecektir."






Devlet hizmet yükümlülüğü, kanunda belirtilen olan şartlara göre değişmekle birlikte, 300-600 gün süreyle yapıldığını belirtmek isterim. Yani bir yılda en fazla 60 gün değil, 10 ile 20 ay arasında değişen bir süre boyunca, sürekli yapılmaktadır. Bu hüküm de açık olarak ihlal edilmektedir. 




"MADDE 23
Sözkonusu Sözleşme hükümlerini yerine getirmek için yetkili makamlar cebri veya mecburi çalıştırmanın kullanımına ilişkin tam ve vazıh yönetmelikleri yayımlayacaklardır.

Bu yönetmelikler, özellikle cebri veya mecburi çalışmaya tabi kılınan her şahsa, çalışma koşullarıyla ilgili şikayetlerini yetkililere iletmesini mümkün kılacak ve bu şikayetlerinin incelenip değerlendirilmesini güvence altına alan kurallar ihtiva edecektir."






İkinci paragrafta belirtilen hükümlere uygun bir yönetmelik mevcut değildir, doktorlar böyle bir hakları olduğu konusunda bilgilendirilmemektedir. 






Sözleşmedeki tanım ve ayrıntılara baktık. Şimdi de ilk maddeye bakalım:


"MADDE 1
Uluslararası Çalışma Örgütü’nün bu Sözleşme’yi onaylayan her üyesi mümkün olduğu kadar kısa bir sürede her ne şekil altında olursa olsun cebri veya mecburi çalıştırmanın kaldırılmasını taahhüt eder.

Cebri veya mecburi çalıştırmanın tamamen kaldırılması amacıyla, cebri veya mecburi çalıştırmaya, geçici bir müddet için, sadece kamu yararı ve istisnai önlem olarak aşağıdaki maddelerde belirtilen şartlarda ve garantilerle başvurulabilir.

Bu Sözleşmenin yürürlüğe girmesinden itibaren beş senelik bir sürenin sonunda ve Uluslararası Çalışma Örgütü Yönetim kurulunun aşağıdaki 31 inci maddede öngörülen raporunu hazırlaması sırasında Uluslararası Çalışma Örgütü her ne şekil altında olursa olsun yeni bir geçiş süresi tanınmaksızın cebri veya mecburi çalıştırmanın kaldırılması ihtimalini tetkik edecek ve Konferans gündemine bu konunun alınıp alınmaması hususuna karar verecektir."






Hem burada, hem de diğer maddelerde sık tekrarlanan bir husus var: Belirtilmiş olan izin verilen koşullarda uygulanan cebri ve mecburi çalıştırmanın mümkün olan en kısa sürede kaldırılması. 


5371 sayılı kanun 2005 Haziran'ından beri yürürlüktedir. Geçen sürede kaldırılmamıştır ve kaldırılmasına dair bir hazırlık, kamuoyuyla paylaşıldığı kadarıyla, yoktur. 






İncelememiz bu kadar.


Şimdi sormak isterim:


1) Taraf olduğu uluslararası sözleşmeye aykırı bir uygulamayı sürdüren bir devlet "hukuk devleti" vasfına haiz kabul edilebilir mi?


2) Yapılan kanunların yalnızca anayasaya değil, taraf olunmuş ve bağlayıcı hükümleri bulunan uluslararası sözleşmelere de uygunluğunu denetlemekle sorumlu olan Anayasa Mahkemesi, yukarıda sıralanan hükümler ortada dururken ve iki üyesi de bu uygulamayı "angarya" olarak niteleyip red oyu verirken nasıl olup da bu kanunun yürütmesinin devamına karar verebilmiştir? (ilgili karar bu linkten okunabilir)


3) Türkiye Cumhuriyeti, bu sözleşmeye taraf olarak uluslararası topluma ve kendi vatandaşlarına vermiş olduğu taahhütleri yerine getirmiş kabul edilebilir mi?





En temel haklarımı gasp eden ve hukuka uygun davranmayan bir ülkede yaşadığımı düşünürsem, haksız mı olurum sizce?











Beğendiyseniz paylaşabilirsiniz, maksat söz yayılsın.