Filistinli bir yönetmen Roll'da yayımlanan röportajında geçmişi her hatırlayıp anlattığında aslında onu yeniden yarattığını söylemişti. "Geçmişe dair bir hikayeyi her anlattığımızda küçük bir parça değişiyor, hikaye bugün olduğumuz insanın dilinden dökülürken, aynı zamanda o insana daha uygun hale geliyor" diyordu.
Kişisel tarihiyle olan ilişkisi adeta geviş getirme tarzında olan bir insan olduğumdan bu satırlar hemen dikkatimi çekmişti, yıllar geçse de hala aklımdan çıkmış değil. Tıpkı kuşaklar boyunca anlatılan halk hikayeleri ilk söylediğinden bambaşka bir hale gelir gibi, ben de mazimin olaylarını her hatırlayışımda/anlatışımda bambaşka bir şekle sokmuşsam, geçmişimi anlamaya çalışırken uğraştığım veri düpedüz yanlış demekti.
Maziyle bu tarzda uğraşmamın bir başka yanlışlığını bana gösteren henüz fakülteyi bitirmediğim dönemde farmakoloji departmanında geçirdiğim zamanlarda en çok konuştuğum insan olan İlknur Ay olmuştu. O zamanlar farmanın doçenti olan, sonrasında ABD'ye giden ve hala dönmeyen İlknur, yaptığım şeye "post-hoc rasyonalizasyon" derdi (işlem bittikten ve tüm veri toplandıktan sonra, olanları ve sonuçları o veriye ve akla uydurma). Bu Thomas Kuhn'un gündelik bilim tanımına benzeyen bir şey. Kuhn der ki, paradigma değişimi yaşanan dönemler dışında bilim adamları standart bir paradigma ile çalışır, karşılaştıkları verileri olduğu gibi değerlendirmek yerine var olan paradigmanın kutusunun içine tıkıştırmaya çalışırlar ve yeri geldiğinde uymayanları göz ardı eder ve hatta tahrif ederler.
Yalan değil, o zamanlar yaptığım biraz böyleydi. Hayatıma ve içindeki insanlara dair kafamda oluşturduğum modele uygun olacak şekilde hikayeleri tekrar anlatmak, işe gelmeyen yönler üzerine hiç düşünmeyip onları dışarıda bırakmak ve sonunda ne olursa olsun benim haklı ve/veya kurban olduğum bir gerçeklik kurgulamak.
Zamanla bu alışkanlıktan elimden geldiğince vazgeçtim. Artık farkındayım, böyle bir yaklaşımla bir şeyleri anlamak mümkün değil. Böylesi olsa olsa insanın kendisine propagandası oluyor. Anlatılan hikayeyi bilmeyen ve yalnızca anlatıcıdan dinleyen insanlara da bir propaganda elbette, ne kadar harika ve mazlum bir insan olduğumuza dair.
Ben bu saçma alışkanlığı bir yana bırakırken görüyorum ki ülke ve toplum olarak buna gömülmekle meşgulüz. Tek başına bir bireye faydası olmayan ve hatta zarar veren bu yaklaşımın koca bir milletin mazisini anlamasına nasıl bir yardımı olabilir bilemiyorum.
Milli eğitimin tarih kitaplarından dimağımıza boca edilen resmi tarihe kefil olacak kadar aptal veya cahil değilim ama yenisi de bir garip. Belgesellerden köşe yazılarına, televizyon tartışmalarından sosyal medyaya kadar dört bir yandan üzerimize boca edilen, son 100 yılımıza dair yeni paradigma şu galiba:
Osmanlı'nın son yıllarında çeşitli hristiyan milletler tarafından yurtlarından edilen müslüman göçmenler ve Anadolu'nun müslüman halkı el ele verir ve Anadolu'yu işgal eden hristiyanlara karşı bir cihad yaşanır (bağımsızlık savaşı değil). Sonra dinle imanla alakası olmayan, çoğu eski İttihatçı ve büyük kısmı da mason olan bir elit gelir ve bu cihadın bakiyesini gasp ederek dinsiz bir cumhuriyet kurar (bir islam devleti değil). Bu dinsiz devlet uzun yıllar boyunca dindar insanlar üzerinde inanılmaz baskılar kurar, onları her fırsatta aşağılar (başka sınıfsal sebeplerle değil, yalnızca müslüman olduklarından dolayı; ve başka gruplara olduğundan daha fazla müslümanları). Sonra o müslümanlar zaman içinde iktidara gelir ve bu ülkeyi aslına döndürürler, bu yüz yıllık tahrifatı/tahribatı onarmaya girişirler.
Bu, kurgulanmış her gerçeklik gibi, kimi gerçekler içerse de işe gelmeyen kimi gerçekleri de dışarıda bırakan, gerçeklerin tamamına yer vermeyi dert edinmeyen, kurgulayanın görmek istediği dünyayı aklayan ve tıpkı benim eski hikayelerim gibi anlatanı hep haklı ve/veya mazlum gösteren bir paradigma gibi geliyor bana.
Memleketin tarihini 1984 romanını hatırlatacak şekilde yeniden yazan bu kafaya bir süredir denk geliyordum, bugün Mustafa Akyol'un Twitter'da yazdıkları vesile oldu, oturup yazdım. Popüler kültürün dilinde hakim ideolojinin kırıntılarını arayıp bulmak güzel bir düşünce faaliyeti olabilir, oldukça da işlevsel olabilmektedir ama bakış açısını burada da tarafsız tutmaya çalışmak gerek. Bir bakalım Akyol'un yazdıklarına, yukarıda anlatmaya çalıştığım meseleye de bir örnek olur belki.
"An itibarıyle izlediğim Recep
İvedik, tiyatro sahnesi başında "bismillah" dedi. Dindarlığı bir "alt
sınıf" özelliği sayma alışkanlığı.
Zaten Türk filmlerindeki
"aptal" figürlerin Recep, Şaban gibi İslami isimler taşıması da
anlamlıdır. "İnek Berk" değil, "İnek Şaban"..
Bir diğer ilginç Türkiye fenomeni, "ideolojik" insan isimleri. Adı "Revolution" ya da "Evolution" olan kimse görmedim Batı'da.
NOT: Türk sinemasının geleneğe komplo kurduğunu ileri sürmüyorum. Modernist bir algıyı yansıttığını söylüyorum."
İlk twitte meselenin sınıfsallığına girecek zannederken, ikincide hemen müslümanların aşağılanmasına geçiyoruz. Sonra az önce olumsuz bir şey olduğunu söylediği "isimler üzerinden karşı tarafa çakma" işine kendisi girişip, Devrim ve Evrim isimleri üzerinden bir salvo. Son olarak da "beni yanlış anlamayın" temalı hafif bir geri adım.
Recep İvedik serisinin tamamını izlemiş değilim (yalnızca birinci film ve karaktere kaynak teşkil eden ilk skeçleri izledim), Hababam Sınıfı'nı okuyuşumun üzerindense neredeyse yirmi yıl geçti ama bu karakterlerin hiçbirinin dinleri üzerinden tanımlanmadığını hatta hikayelerde dinle olan ilişkilerine neredeyse yer verilmediğini biliyorum. Hababam Sınıfı'nı daha yaygın biçimde insanlara ulaştığı filmler üzerinden ele alınca da durum değişmiyor.
Ne anlatıyordu Hababam Sınıfı (özellikle filmlerde)? Çocuklarının gelişimiyle pek de alakadar olmayan bazı ailelerin, "verelim parasını, iyi bir okulda okusun" diyerek özel bir yatılı erkek okuluna yolladığı ergen delikanlıların maceralarını. Kimi burslu öğrencilerle yaşanan durumlar üzerinden sınıfsal meselelere bir ucundan değinse de film serimizin dinle pek alakası yoktur. İnek Şaban'ı mutlaka bir şeyin parodisi olarak göreceksek bu dindarlar değil taşra burjuvazisidir. Ona yumurtalar, tereyağları gönderen, oğlunun büyük şehirdeki özel okulda okumasına para ayırabilen taşra zengininin oğlu olarak İnek Şaban.
Kent burjuvazisi ile taşra burjuvazisi arasındaki sürtüşme yeni bir mesele değil. İsterse Sayın Akyol, İnek Şaban'ın hikayesinde bunun delillerini arayabilir ama buradan dindarların hor görülmesine delil çıkarmaya çalışmak yukarıda bahsettiğim "olguları paradigmanın kutusuna sokmaya çalışmak" meselesine iyi bir örnek olur bence.
"İnek Berk değil" demiş Sayın Akyol, başka türlü nasıl olacaktı bilemiyorum. Şaban 1960'larda taşrada doğmuş bir kardeşimizdir. Benim kuşağımda bile hala değişmemiş olan gelenekler gereği taşrada çocuklara, genellikle islami kökenleri olan, dedelerinin vb. isimleri verilirdi. Bu nedenle taşralı bir gencin isminin Şaban, Ramazan, Mustafa, Muhammed, Mehmet, Ali olması ihtimali Berk olması ihtimalinin binlerce katıydı. Yalnızca Berk değil Ferit, Behçet, Pertev gibi isimler de taşrada pek yaygın değildi. Son yıllarda yaşanan Talha, Sümeyye, Rümeysa patlamasına kadar yukarıda sayılanlar yanında Ayşe, Fatma gibi yine islami kaynaklara bağlanacak isimler de yaygındı.
Filmin anlattığı hikayeyi, taşralı-şehirli zıtlığını bir yana koyup; Anadolu'da tercih edilen isimlere dair alışkanlık ve istatistikleri bir yana bırakıp, bu meseleye bile "dindarların horgörülmesi" etiketini asıvermek paradigmanın gerçekliğine ne kadar uygunsa, gerçeğe o kadar aykırı geliyor bana.Kendi mazimi değerlendirirken başvurduğum hatalı metodun ve tercih edilmiş körlüğün neredeyse aynısını görüyorum bu ülkenin insanlarının mazisinin yeniden yazılışında.
Birinci Cumhuriyet kendi tarihini yazmıştı (kurgulamıştı?), İkinci'si de kendi tarihini yazıyor (kurguluyor?), onu anlıyorum ama bu kadar da zorlamaya/tahrifata gerek yok.
Not: Yeni paradigmanın izlerini aramak isteyen arkadaşlara son dönemde yapılan TRT belgesellerine denk geldiklerinde kanal değiştirmemelerini öneririm.
Güzel ve açıkçası oldukça farklı bir analiz. Tebrik ederim. Sağlıcakla kalınız.
YanıtlaSilAli Çimen
Yaziyi okuyunca aklima cok da eski olmayan bir diziden replik geliverdi: "hoca camide!". Bu herhalde son yuzyildaki paradigmayi destekleyen bir ornek olsa gerek.
YanıtlaSilOn numara yazı olmuş. Mustafa Akyol'un evrim-devrim yorumuna katılıyorum. Ama diğer mevzulara çok iyi değinmişsiniz.
YanıtlaSilYazılma tarihi 2 Eylül 2011, İnek Şaban mevzusunun temelleri atılıyor veya "çanlar çalmaya" başlıyor. 2 sene geçmiş, yıl 2013. Geçtiğimiz günlerde "İnek Şaban'a" dava açılıyor.
YanıtlaSilDavadan haberim yoktu ama gerçekten de varmış öyle bir şey.
Sil(Merak edenler için: http://www.aktifhaber.com/inek-sabana-dava-acildi-777575h.htm )
Bunu uzun zamana yayılmış bir komplo olarak görmüyorum ben. Daha ziyade, bu tuhaf bakış açısının giderek yayılması, dolayısıyla daha fazla insanın bu görüşleri paylaşıyor olmasıdır, bana sorarsanız, yaşanan. İçlerinden biri de çıkıp tuhaf bir dava açıyor.