14 Ağustos 2014 Perşembe

Kölelik Günlükleri - 14.08.2014 - Gün 393

Öfkeme sarılmak aklımı korumaya yetmiyor artık.
Bu aşağılamaya katlanmanın kibirden başka bir çaresi kalmadı galiba.
Bol bol böbürleneyim bari.


2 Ağustos 2014 Cumartesi

Johann Nepomuk Hummel

Klasik müzik dinlemeye Prokofiev ile veya Steve Reich ile başlayan var mıdır, bilmiyorum. Genellikle kolay yerden başlanır; Vivaldi, Mozart, Bach, Beethoven… Müziğini bilmesen de adını bir şekilde duymuş olduğun bestecilerden.

Nereden başlarsan başla belki uzun süre adını hiç duymayacağın, eserlerini hiç dinlemeyeceğin ama aslında çok önemli olan kişiler vardır. Bu yazının konusu da onlardan biri: Johann Nepomuk Hummel.

Hummel’in pek çok kişi için bilinirliğinin düzeyi, öneminin yanında küçük kalır. Mozart’ın, yeteneğinden etkilenip, iki yıl yanında barındırarak eğittiği birinden bahsediyoruz oysa. Daha sonra Muzio Clementi’den de dersler almıştır. Sonrasında hocası olan isimler: Johann Georg Albrechtsberger, Joseph Haydn, Antonio Salieri (Albrechtsberger, Beethoven’in de hocasıdır).

Bu farklı ekollerden, zengin kaynaklardan beslenen adam, kendisinden sonrakilere bunu nasıl aktarmıştır?

Piyano üzerine önemli bir eser yazmıştır (A Complete Theoretical and Practical Course of Instruction on the Art of Playing the Piano Forte) ve Carl Czerny’yi yetiştirmiştir Hummel. Hummel’den önce Beethoven ile de çalışan Czerny tüm zamanların en çok satan piyano metotlarından birinin yazarı ve Franz Liszt’in hocasıdır. Liszt’in öğrencileri ve onların öğrencileri listesi yapsak yazı uzar, iki örnek vereyim: Bela Bartok, Sergei Rachmaninoff. Rus ekolüne temel teşkil eden önemli isimlerden biri olan  Adolf von Henselt de Hummel’in öğrencisidir.

Yıllardır piyano müziği dinliyorum. Bu zaman içinde öğrendiğim, asırları ve ülkeleri aşan kesintisiz bir zincirin var olduğudur. Bach’tan, hatta ondan önceki büyük org ustalarından başlar, Rachmaninoff’a, Richter’e ve bugün yaşayan büyük piyanistlere kadar gelir. O zincirin yeterince bilinmeyen ama önemli bir halkası olan Hummel’den biraz bahsetmeye çalıştım size.

Daha ayrıntılı bilgi için istikamet Wikipedia

Piyanodan bahsedip durduk ama Hummel’in solo piyano için bir eserini değil; piyano, flüt, obua, korno, viyola, viyolonsel ve kontrbas için op.74, re minör, bir numaralı septetini önereceğim bu yazıyı okuyanlara.

Müziğiniz bol olsun.









23 Mayıs 2014 Cuma

Kölelik Günlükleri - 23.05.2014 - Gün 316

Yargı kesin: Acı duymak ruhun fiyakasıdır
kin, susturur insanı; adına çıdam denir
susulunca tutulan çetele simsiyahtır
o siyah öcalmakcasına gür ve bereketlidir

İsmet Özel - Esenlik Bildirisi - 1973




Çetelem çoktan simsiyah oldu.
Sinirden dudaklarımı ısırarak işe geldiğim bugünler de bitecek elbette. 
O vakit anlatırım size belki başımdaki köle kahyalarının hikayelerini.
O güne kadar görev, hayatta kalmak ve delirmemek.

11 Şubat 2014 Salı

Memuriyet

Maceramın devamını anlatmayı ihmal etmişim.

Orta yerinde mecburi hizmetin durduğu olaylar zinciri halinde anlattığım hikayeme dair son yazıyı Nisan 2012'de yazmışım. O dönemde, mecburi hizmetle gönderildiğim Afyon Kocatepe Üniversitesi'nden -diplomayı yakmak pahasına- istifa etmiş ve Ankara'da bir özel şirkette çalışmaya başlamıştım. Benim haberim dahi olmadan adımı kuraya eklemişlerdi; Malatya çıktı, gitmedim.  Haziran 2012'de de evlendim. Yani, geçici de olsa ideale yakın bir düzeni Ankara'da kurmayı becerdim. Hikayemizi baştan beri takip edenler bilir ki, bir terslik olma ihtimali varsa, o terslik benim başıma er veya geç geliyor.

Hikayemizin rotası yine işsiz kalmamla değişti. Pek çok "start-up"ın başına gelen bizim şirketin başına da geldi, para bitti. Mart 2013 itibariyle yine işsiz kaldım. Mecburi hizmet kurasına girmek istemiyordum; evliydim, düzenim Ankara'daydı ve nereye yollayacakları belli olmazdı (eş durumundan faydalanamıyordum). Malatya'ya gidip başlamadığım için bir yıl boyunca kuraya girmem de yasaktı. İlaç şirketlerine başvurmaya başladım. Bir iki mülakat koparmayı da başardım, lakin "sürece başka adaylarla devam edeceklerini" bildirdiler (nereden buluyorlar bu tuhaf lafları?). Sonunda parasızlığın sıkıştırmaya başladığı yere vardık, kuraya girememe cezam bitti ve binbir korku ve öfke ile mecburi hizmet kurasına girdim. 

Bu kez şansım yaver gitti. İki farmakolog girdik kuraya. Bir İstanbul, bir de Ankara kadrosu açtılar. Diğer arkadaş İstanbul'u istiyormuş, onu yazdı ilk tercihine, ben de Ankara'yı yazdım elbette. Herkes gönlünden geçeni almış oldu. Temmuz 2013'ten beri Sağlık Bakanı çalışayım, anlayacağınız. 

657 sayılı kanunun çizdiği daire içinde kalarak çok fazla şey yazmak mümkün değil. Siyasete dokunmadan yazmak gerek ama "kişisel olan politiktir" ilkesi uyarınca kişisel bir şeyden bahsederken bile dairenin dışına taşıvermek o kadar kolay ki...

İlkokuldan başlayıp -hatırlayabildiğim kadarıyla- çeşitli müzik eserleri üzerinden kendi büyüme hikayemi anlatmak istiyorum bir süredir. O müziklerle tanışmam, farklı dönemlerdeki müzik tercihlerim, tercihlerimin değişmesi, aynı esere yüklediğim anlamın zaman içinde değişmesi vb. üzerinden bir müzikli otobiyografi. Çoğu yeri benim kuşağımın diğer bireylerininkine benzeyen bir hikaye olurdu, bu bloga başlarkenki amacıma da denk düşerdi. Öte yandan, bunu bile 657 sınırları içinde yapabileceğimden emin değilim.

Çakırkeyif bir anında "evimden solcu çıksa kendi elimle vururum" diyen bir babanın evinde, o diğer odada uyurken, televizyonda ilk defa Karlı Kayın Ormanı'nı bir konserde binlerce kişinin söyleşini duyduğumda hissettiğim heyecan mesela... (sonraları nefret ettim şarkıdan, canım şiir bir prozodi katliamına kurban gitmiş) Şimdi bunu bir anlatmaya başlasam, şimdiki gençlerin başından benzer şeyler geçiyor mudur diye düşünmemek olmaz. Ondan sonrası, nasıl olacağı çok tartışılan bir "nesil"e dair olmaz mı yazının? Hop, düştük siyasetin ortasına...

Lise yıllarımızın baş köşesinde duran Yeni Türkü şarkılarının anlattığı hikayeleri yıllar sonra aklım erip de anladığımda 12 Eylül, devlet, işkence, ihanet, muhalif olmak vb. üzerine düşündüklerimi yazmaya kalksam 657'nin izin verdikleri içinde kalır mıyım?

Yani, zor!
Bundan sonra yazmak zor benim için. 
Belki yazıp biriktirmek gerek. Belki bu memuriyet bir gün biter, o zaman eklerim bloga birikenleri.

Yine de belli olmaz.
Yazarım belki...






Not: Yazmadığım dönemde, en çok okunan günlerini yaşadı aslında bu blog. "Live long and prosper" bolca ve pek güzel yazdı, pek çok insan da okudu. Sonra, kendisinin isteği üzerine o yazıları da kaldırdım blogdan. O güzel yazılar için tekrar teşekkür ederim kıymetli yazarımıza. 

12 Temmuz 2013 Cuma

Güzel gülen kavruk çocuk

Sarper Günsal'a teşekkürlerimle...




Bu cümleyi okuduktan sonra gözünüzü kapatın ve bir köle hayal edin.










Durun, tahmin edeyim. Afrika kökenli, siyahi, 20-40 yaş arasında bir erkek geldi gözünüzün önüne. Bildim mi?

Aslında kölelik bundan daha fazlasıydı dünyanın dört bir yanında. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar ve diğer ırklar da vardı insanlık tarihinin bu çirkin hikayesinde. Ama görsel hafıza böyle bir şey işte. O bahsettiğim karakteri fotograflarda, afişlerde, sinema filmlerinde o kadar çok gördük ki, köle deyince aklımıza hep o geliyor.

Oysa, Yeni Dünya'nın ilk kölelerinin büyük kısmı Orta ve Güney Amerika'nın yerlileriydi. Bir zamanlar kendilerinin olan topraklarda köle olarak çalıştılar. Arazilerine el konduktan sonra, aç kalmamak için çalışmaya gittikleri Potosi'nin gümüş madenlerinde onbinlercesi öldü. On yıllar boyunca süren kölelik döneminde açlıktan, hastalıktan ve zor çalışma koşullarından ölenlerin toplam sayısını  kesin olarak bilmiyoruz; tahminler milyonlar seviyesinde. Onların torunları hala Latin Amerika’nın en fakir insanları. İnsan eliyle yaratılmış sefalet öyküsü  devam ediyor. Merak edenler, bu utancın günümüze kadar gelen tarihini  Eduardo Galeano'nun Latin Amerika'nın Kesik Damarları isimli kıtabından okuyabilir.

Ne tuhaf ki,  siyahi kölelerin torunlarının hikayelerini, Latin Amerika yerlilerinin hikayelerinden daha önemli kabul ediyoruz; algımız sağ olsun (!) ABD ilk siyahi başkanını seçtiğinde, bu olay tüm dünyada gündemin tepesine oturdu; Obama, daha  icraata başlamadan, Nobel Barış Ödülü kazandı. Öte tarafta, Potosi madenlerinin ülkesi Bolivya'da Evo Morales iktidara geldiğinde kaç kişi heyecanlandı acaba? Derdim Bolivarcılık yapmak değil, merak ediyorum sadece.


Caner Eler, başta Tour de France olmak üzere,  bisiklet turlarını sunarken izleyiciler sık sık sorar:

"Hiç siyahi bisikletçi yok mu? İçlerinden tur kazanan oldu mu?"

Aynı sorunun Güney Amerika yerlileri için sorulduğunu hiç duymadım.



Ama onlardan biri, 4 Şubat 1990 doğumlu  Kolombiyalı Nairo Quintana, belki de birkaç sene içinde büyük turlardan birini kazanacak. Bu sene Fransa Turu’nda beyaz mayoyu kapması ise işten değil...


Bu seneki turda en heyecanla izlediğim adam oldu Quintana. Bu ufacık tefecik genç adamın yokuşlarda, yarışın favorilerini arkasında bıraktığı ataklarında ekran başında coştum. 10 gün daha var Le Tour'un bitmesine, 2 tane de abidevi tırmanış etabı. Nairo klasmanda ilk onda, beyaz mayo rekabetindeyse Kwiatkowski'nin 34 saniye gerisinde 2. durumda. Ve ben, heyecanla Mont Ventoux zirvesinde beyaz mayoyu tekrar giyeceği anı bekliyorum, günün birinde oraya sırtında sarı mayoyla gelmesini ümit ederek...




Güzel gülüyor çocuk...




Not: Bu yazıyı “beyaz adamın yerlilere aşağılayarak, acıyarak bakan gözü”yle yazdığımın düşünülmesinden korkarım. Öyle bir şey aklımın ucundan geçmez. Quintana’nın yeteneği ve performansı benim değerlendirebileceğimin çok ötesinde, onu hakkını vererek yazacak ustalar var. Ben yalnızca, Galeano’yu okuduğumdan beri hikayelerine bigane kalamadığım o insanlardan birinin başarısı karşısında duyduğum heyecanı anlatmak istedim.


Güncelleme: Mont Ventoux zirvesine ulaşan ikinci kişiydi Quintana, Froome'un hemen ardından. Belki kazanabilirdi bile. Bu kez olmadı ama beyaz mayo artık onda, Kwiatkowski ile arasındaki fark da iki dakika civarında. Büyük bir terslik olmazsa turu beyaz mayoyla bitirecek. Yarış sonrası açıklamasında "genel klasmanda bir derece için de uğraşacağım" dedi. Belki podyuma çıkar dediği gibi, seviniriz.




Beğendiyseniz paylaşabilirsiniz, maksat söz yayılsın.