3 Eylül 2011 Cumartesi

Yüz yıl, üç kuşak, aynı hikaye

"El emeğinin, insanı ahlaklı hele getiren etkisi hakkında çok şey yazılmıştır; şüphesiz bunu inkar edecek son kişi de ben olmalıyım. Rusya'da yapıldığı gibi, insanları meşgalesiz bırakmak onların ahlakına son derece zarar vermek anlamına gelir ve son derece işe yaramaz bir cezadır; bu, son enerjilerini de öldürmek ve onları ileride hayatlarını çalışarak kazanamayacak hale getirmektir. Ama çalışmak vardır, bir de çalışmak vardır. Bir özgürce çalışmak vardır; insanı ayağa kaldıran (yükselten), zihnini ağrı veren marazi düşüncelerden kurtaran, kişiye kendisini dünyanın derin hayatının bir parçası gibi hissettiren özgürce çalışma. Bir de insanı aşağılayan, kölenin zorla çalıştırılması vardır; yalnızca daha kötü bir cezadan korkulduğu için istemeyerek yapılan."

Hayır, yine zorunlu hizmetten bahsetmeyeceğim. Yukarıdakiler, bana mesleğinin elinden alınması tehdidiyle zorla çalışan doktorları hatırlatsa da, çok başka bir durum hakkında yazılmış cümleler. Bunlar Prens Pyotr Aleksiyeviç Kropotkin'in "Rus ve Fransız Hapishanelerinde" kitabından. Karşılıklı yardımlaşma, ücretli çalışmanın kaldırılması, anarşist komunizm fikirlerinin babası Kropotkin'in 1887'de yayınlanan kitabı kendi hapishane günlerinin anıları dışında, kendi kaldığı haricindeki hapishanelerin de fiziki şartlarını ve orada yaşananları anlatıyor. Sibirya'da yalın ayak yürünerek yapılan sürgün yolculuklarını, mahkumun ailesinin onu umutsuzca takip etmesini, bu koşullarda büyümeye çalışan kız çocuklarının uğradıkları tacizleri, kurak Sakhalin adasının bir hapishane kolonisi haline getirilmesi çabasını ve daha pek çok şeyi.

Bu kitapta anlatılanların hiçbiri yeni değildi benim için aslında. Fyodor Mihayloviç Dostoyevski'nin 1862'de yayınladığı, kendi sürgün hatıralarını biraz kurguyla birleştirerek anlattığı Ölü Bir Evden Hatıralar'ı okumuş biri için kitapta yeni pek bir şey yok ama aynı öyküyü bir kez daha okumak devlet denen aygıtın en gözden saklanan ve korkunç yüzlerinden birini bir kez daha görmeyi sağlıyor.

Daha da acı olan Rusların ve Rus yazarlarının hapishane hikayelerinin burada bitmemesi. İki kuşaktan iki yazarın anlattığı hikaye yaklaşık 100 yıl sonra bir kez daha anlatıldığında değişen neredeyse hiçbir şey yok. Çarlık Rusya'sının hikayesinin bir benzerini Sovyet Rusya için Gulag Takımadaları'nda anlatan Aleksandr İsayeviç Soljenitsin oldu. İnsanların hapsedilmesinin sebebinden (aslında sebepsizliğinden), sürgüne giden yolun eziyet haline getirilmesine; mahkumların köle gibi çalıştırılmasından, içine düştükleri ruh haline kadar hikaye aynı.

Bana en dikkat çekici gelen yan, Rus edebiyatının da en sevdiğim yanı aslında. Anlatılan ne olursa olsun, üzerinde konuşulan politik mesele ne kadar önemli ve yakıcı olursa olsun özünde hep bir insan hikayesi anlatılması (benzeri müzikleri için de geçerli, Prokofiev'i sevemememin sebebi de bu galiba). Kropotkin'inki özünde bir roman değil, bir inceleme kitabı olsa da üzerinde en çok durulan şey şartlar değil, bu şartların mahkumlar üzerine etkisi; sağlıklarına, zihinsel hallerine, ahlak anlayışlarına, cemiyete intibaklarına verilen onarılması imkansız zararın detaylı bir tasviri. Dostoyevski'nin en büyük meselesi zaten insan, Soljenitsin ise kesinlikle ondan aşağı kalmıyor. 

"Arada geçen kuşaklarda benim atladığım bir kitap var mı" diye düşünmeden edemiyorum. Üç kitabı da, yayınlanış sırasına göre, okumayı (henüz okumamış olanlara) şiddetle tavsiye ederim.


Bitirirken Kropotkin'den bir alıntı daha yapayım:
"... our century which writes so much, and cares so little, about humanitarian principles." 

"... insani ilkeler hakkında çokça yazan ama onları pek de önemsemeyen yüzyılımız"

 Aradan geçen yüzyıldan fazla zamandan sonra hala aynı cümle kurulabiliyorsa, aynı hapishane hikayesi yalnızca işkence yöntemleri teknoloji sayesinde daha da acımasızlaştırılmış olarak anlatılabiliyorsa, gelişme ve medeniyetten bahsedilmesi komik değil mi?








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Beğendiyseniz paylaşabilirsiniz, maksat söz yayılsın.