Madem sözü müzikten açtım, aralık 2007’de yazdığım bir yazıyı da eklemek isterim. Yazıda anlattığım fikirleri benimle uzun uzun tartıştıktan sonra beni bu yazıyı yazmak için cesaretlendiren, sonra da yazıyı Hacettepe Tıp hocalarının yarısına yollayan Prof. Dr. Mustafa Oğuz Güç aramızdan ayrılalı 6 ay oldu neredeyse. Bana çok şey öğreten abime bir kez daha selam çakmış olayım, saygılarımı sunayım. Çok özlediğim o güzel adamın öğrettiği gibi, muhalefete devam....
“Something is rotten in the state of Denmark”
Hamlet – William Shakespeare
Şu güzel ülkede sonu bir yere varmaz garip polemiklerin sonunun gelmesi ihtimali var mıdır? Korkarım, bu sorunun cevabı hayır. Öyleyse elden geleni yapıp bunlardan öğrenebileceğimiz kadar şey öğrenmekte fayda var, gerçi, bu gayret sinekten yağ çıkarmak misali zor ve nafile bir işe de dönüşebilir. Yine de denemek gerek. Nietzsche insandan ancak başka türlü ufak ve görünmez olabilecek bir gerçeği görünür kılacak bir büyüteç olarak faydalanabileceğini yazmıştı, bunu deneyebiliriz.
Son güzide polemiğimiz Fazıl Say’ın memleketin ahval ve şeraitini gerekçe göstererek buralardan çekip gideceğini açıklaması üzerine patlak verdi. Son aylarda belki de pek çok vatandaşın söylediği bir şeyi bu kez Fazıl Bey söyledi ve kıyamet koptu. Peki daha önce kopmayan kıyamet niye şimdi kopuyor? Çünkü Fazıl Bey bunu besteci, yorumcu ve müzisyen olarak elde ettiği iktidarı arkasına alarak, aydın kimliğiyle yaptı, sıradan bir vatandaş olarak değil.
Öyleyse meseleye bu çerçeveden bakalım ve iki sorunun cevabını arayalım. Bir kişiden yola çıkarak belki daha geniş cevaplara ulaşabiliriz.
1) Fazıl Say besteci, yorumcu ve müzisyen sıfatlarının içini bu iktidarı hak edecek kadar dolduruyor mu?
2) Bu yorumu bir aydın sorumluluğuyla mı yapıyor yoksa yalnızca şikayet eden bir diğer vatandaşla mı karşı karşıyayız?
Madem soruları ben sordum, cevap vermeye çalışacağım.
1a) Besteci
Fazıl Say’ın bugüne kadar kamuoyunda en çok ses getiren eseri sanırım Nazım’dı. Nazım Hikmet Ran’ın şiirlerinin müzik eşliğinde okunması ve bazılarının bestelenmiş hallerinin seslendirilmesinden oluşan bu eserle ilgili iki yorumumu paylaşmak isterim.
i) Büyük bir şairin şiirlerini bestelemeye uğraşmak hayli riskli bir iştir ve oldukça dikkatle ele alınmalıdır. Şiirin kendi içindeki müziği ve ahengi korunmalı, anlattığı durum ya da duygu eksiltilmeden ve zedelenmeden aktarılmalıdır. Bu zor işin hakkıyla yerine getirilişine örnek vermek gerekirse aklıma ilk gelen Gustav Mahler’in, Friedrich Rückert’in şiirleri üzerine bestelenmiş olan liedleri ve Kindertotenlieder’i olur.
Böyle bir işe kalkışırken hangi şiirlerin besteleneceğine iyi düşünüp karar vermek gerekir sanırım. Fazıl Say, işe oldukça zor bir yerden girişmiş. “Bugün pazar, bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar” diye başlayan şiiri bestelemiş mesela. Şiir “Bu anda ne düşmek dalgalar/ Bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım/ Toprak, güneş ve ben / Bahtiyarım” diye biter.
İnsan olmanın en derin ve evrensel acılarından biri var sanırım bu şiirde; söz konusu olan en yakınınızdaki de olsa hayatın bazı anlarında yalnız olduğunuzu, onun bunun dışında olduğunu bilmek, sonsuz ve şifasız yalnızlığımız. Nazım Hikmet, uğruna içeri düştüğü kavgasından da, ona en güzel şiirleri yazdığı karısından da geçecek noktadadır, bu nasıl bir duygudur? Günlerce hücrede kapalı kaldıktan sonra kendini tekrar, geçici de olsa, özgür hissedebilmek nasıl bir şeydir? O anın coşkusu neye benzer? Korkarım Fazıl Say’ın bestesi bizi bu hislere ya da bu soruların cevaplarına yaklaştırmıyor. Pek çok duyguyu barındıran bir şiirden monoton bir şarkı çıkarıyor.
ii) Bir başka eleştirim de Yatar Bursa Kalesinde isimli besteye olacak. Genco Erkal’ın oldukça etkileyici seslendirdiği “Ben içeri düştüğümden beri” ve “Hapisten çıktıktan sonra”nın arasına yerleştirilmiş bu parça. Oldukça forte akorlar ile yapılan girişe bakır üflemelilerin benzer tonda girişi ekleniyor, oldukça epik bir hava bir anda yaratılmış oluyor. Vurmalıların da oldukça etkileyici bir kullanışı var. Ama bunlar bir yerlerden tanıdık gelmiyor mu? Carl Orff’un eserlerini bir parça bilen, özellikle de vurmalı sazlar ve onların kullanılışına katkılarından biraz haberdar bir müziksever için bu bölüm gayretli ve dersine iyi çalışmış bir konservatuar öğrencisinin bir ustaya öykünmesinden daha öte bir anlam içermiyor maalesef. Özgünlük aramak nafile, zira yok. Eski ustaların üsluplarından faydalanmak elbette müzikte sık rastlanan bir durumdur ama bu asla özgünlüğü yok edecek şekilde yapılmaz iyi besteciler tarafından. Bu sayede Schubert’i Beethoven’dan, Rachmanoniff’u Çaykovski’den ayırd etmek mümkündür her zaman. Fazıl Say’ı ayırd etmemizi sağlayacak unsuru ben bulamadım.
1b) Yorumcu
Fazıl Say’ın şöhretini var eden esas olarak piyanistliğidir. Klasik müzik piyanistliğini yorumculuk olarak adlandırmak belki daha doğru olur. Elimizde bestenin notaları vardır ve yorumcu pek çoğumuz için beyaz bir sayfanın üzerindeki çizgiler ve noktalardan fazlası olmayan bu işaretlerden anlamlı bir şey çıkarmak üzere bunları yorumlar. İngilizcede bu işi anlatmak için kullanılan “interpretation” fiilinin diğer anlamları “tercüme etmek, anlam vermek (rüyayı yorumlamak gibi)”tir. Aslında bu fiil bile yapılan işin doğasını gayet iyi açıklamaya yetmektedir. Kağıttaki işaretlerin anlamı bozulmadan bizim anlayabildiğimiz bir dile çevrilmesi... Tıpkı bir edebiyat eserinin pek çok farklı çevirisi olabilmesi gibi klasik müzik eserlerinin de birbirinden oldukça farklı yorumları mevcuttur.
Burada dikkat edilecek iki unsur vardır. Bunların ilki teknik yapıdır. Eserin gelişimi nasıldır, temalar nasıl kurulmakta, geliştirilmekte, işlenmektedir? Aynı anda duyduğumuz iki müzikal cümleden hangisi daha vurgulu olmalıdır? Tonlamalar nasıl yapılmalıdır? İkinci nokta anlamdır, eserin düşüncesi. Kimse bir edebiyat eserinin bir mesajı olması fikrini yadırgamaz ancak nedense çoğu zaman Dostoyevski’den geri kalır bir dahi olmayan Beethoven’in yalnızca güzel sesleri arka arkaya getirmekten keyif aldığı için beste yaptığı varsayılır gibi dinlenir müzik, arkasındaki düşünceye dikkat edilmeden. İyi yorumcunun görevi o mesajı anlamayı ve anlatmayı da içerir.
Bu noktada kavganın en güzel kopacağı yerden başlatalım tartışmamızı, J.S. Bach’ın müziğinden. Bach’ın bugün piyano ile seslendirilen eserlerinin çoğu piyano icat edilmeden önce bestelenmiştir. Daha önceki klavyeli çalgılar piyanonun çok önemli bir teknik imkanından mahrumdular, notaların şiddetini değiştirebilmek... Enstrümana adını veren de budur zaten hem şiddetli (forte), hem yumuşak (piano) notaları çalabilme imkanını sağlaması. Bu sebepten dolayı Bach’ın pek çok eserinde bu kuvvet işaretleri notada yoktur, pedalların nerede kullanılması gerektiğine dair bir bilgi de.
Bu durum temelde iki farklı Bach ekolünün oluşmasına sebep olur; bu işaretlerin yokluğunu kural kabul eden ve adeta klavsende çalınıyormuş gibi çalan bir yaklaşım ve bu işaretlerin yokluğuna rağmen müzikal cümlelerin yapısına uygun olarak bu farkları uygulayan yaklaşım.
Sanırım buna dair en iyi karşılaştırmayı Well-Tempered Clavier’in iki yorumu arasında yapmak mümkün olacaktır, Glenn Gould ve Sviatoslav Richter yorumları. İlki sadeliği esas alırken diğeri Rus ekolünün tüm haşmetini barındırır.
Bu iki yorum anlam açısından da farklılaşır. Glenn Gould’un yorumu daha ruhani bir Bach fikri verirken, Richter’de (özellikle o inanılmaz Do minör prelüd yorumunda) daha dünyalı bir Bach görürüz.
Görüldüğü gibi yorumculuk pek çok noktada özen ve yoğun bir entellektüel uğraş gerektiren bir iştir. Peki Fazıl Say’ın Bach kayıtları bize bu noktada ne söylüyor? Fazıl Say’ın bize anlattığı bir Bach var mı? Vurgular konusunda böyle bir özene rastlıyor muyuz? Fazıl Say yorumluyor mu, yoksa yalnızca notaları arka arkaya çalıyor mu? Bence cevap olumsuz...
Peki bu kadar başarısız bir yorumcuysa neden şöhret oldu diye soranlar olabilir. Bu aslında tüm dünyada süren bir trendin bize yansımasından başka bir şey değil. Klasik müziğin macerası giderek daha çok insana ulaşmak üzere olmuştur. Öncelikle saraylar ve zengin evlerinin küçük salonlarında sınırlı sayıda insana ulaşan bu müzik, daha sonraları büyük salonlara, açık hava konserlerine taşınmıştır. Kayıt çağının başlamasıyla kitle daha da büyümüştür ama tam burada problem de başlamıştır. Plağı ya da CD’yi basan şirket için bu kar getirmesi gereken bir maldır, öyleyse iyi pazarlanmalıdır. Özellikle klasik müziğe yönelik ilginin sürekli azaldığı bir ortamda bu çok daha güç hale gelmiştir. Tam da bu sırada daha çekici yüzleri CD kapaklarında görmeye başlamamız sanırım rastlantı değildir. Eskiden konser kıyafetleri içinde poz verir gördüğümüz klasik müzik sanatçılarının dar kot pantolonlar içinde, oldukça iddialı pozlarla albüm kapaklarında yer alması (Anne-Sophi Mutter’in Karajan’sız yaptığı, ikinci Vivaldi-Dört Mevsim kaydının kapağı oldukça iyi bir örnektir) giderek yaygınlaşmaktadır. Hatta artık pop yıldızları gibi özel hayatları bile takip altındadır. Yine Mutter’den örnek verelim. Piyanist, orkestra şefi ve besteci Andre Previn’le aralarındaki büyük yaş farkına rağmen evlenmesi, Previn’in ona ithafen bir keman konçertosu bestelemesi ve bunu beraber seslendirip kaydetmeleri medyaya oldukça malzeme çıkartmıştı.
Fazıl Say hikayesi tam da bu noktada bizi o eski “Küçük Amerika olarak Türkiye” tanımına döndürüyor. Hande Ataizi ile magazin basınının diline düşen bir ilişki yaşamak mı dersiniz, konserde izleyenlerin asla aklından çıkmayan o gösterişli, sallanmalı, homurdanmalı piyano çalma üslubu mu? Oldukça ilginç ve pazarlanabilir görünüyor değil mi? Hatta CD kaydından çalarken çıkan mırıltıları çıkartmamak da ilginç olabilirdi, ki hafızam beni yanıltmıyorsa Stravinsky-Bahar Ayini kaydında bu da vardı. İlginç olabilirdi, gerçekten büyük bir adam bunu daha önce yapıp Fazıl Say’ı taklitçi durumuna düşürmeseydi (Glenn Gould’un Bach kayıtlarını daha dikkatli dinleyin, hemen fark edeceksiniz mırıltıları). Ama bu anlamda Fazıl Say’ın en büyük çıkışlarından biri New York Philharmonic – Kurt Mazur’la Gershwin kaydetmesiydi. Çok parlak bir iş değil mi? Albümün parlak turuncu kapağı ve oldukça iddialı, kollarını açmış Say fotoğrafını saymazsak değil...
Tüm Chopin piyano eserlerini, tüm Rachmaninoff’ları kaydeden kaç piyanist vardır bilir misiniz? Her ikisini de yapan benim bildiğim tek kişi var, İdil Biret (bu yorumların kalitesi de oldukça yüksektir, internette küçük bir araştırma özellikle Chopin kayıtlarıyla ilgili çok takdir eden eleştirilere ulşmanızı sağlayabilir). Ama o Fazıl Say gibi sansasyonel ve pazarlanabilir değil sanırım, onun için adını bu kadar sık duymuyoruz galiba (!)
1c) Müzisyen
Müzisyenliği yorumculuktan ayrı ele almak isterim. Burada kast ettiğim, klasik repertuarın dışında kalan işler, Fazıl Say’ın daha doğaçlama caz denemeleri gibi...
Klasik müzik formasyonundan geçmiş müzisyenlerin bu noktada yaşadığı en büyük sıkıntı o müziğin kendine has yönlerini tam olarak yakalayamamaları, eserleri bir klasik müzik eserini çaldıkları üslupta çalmalarıdır. Buna örnek vermek gerekirse Gidon Kremer ve Yo Yo Ma’nın Astor Piazzolla kayıtları uygun düşer sanırım. Her ikisi de arşivimin en sevdiğim parçaları arasında olsa da eksik kalan bir yanları olduğunu söylemeden edemeyeceğim. Bunun aksi mümkün değil midir? Elbette, mümkündür. Büyük usta Yehudi Menuhin’in Grapelli ile yaptığı kayıtlar burada ders kitabı niteliğinde olabilir. Ama çok daha kolay bir yerden başlayabiliriz bu işin iyisinin nasıl olacağını öğrenmeye, klasik piyano eğitimi almış Nina Simone’un “love me or leave me” kaydından, yalnızca 4 dakika 7 saniye süren bir kayıttan... Parçanın ellinci saniyesiyle üçüncü dakikası arası tam bir doğaçlama caz solosudur; temayı alır, oynar, değiştirir, varyasyonlarını yapar, tekrar aslına döndürür ve sözlerin tekrar girdiği yere bağlar. Ama ilginç olan bu solonun Bach armonisinin müthiş bir kullanımıyla kurulmuş olmasıdır, ilk dinlediğimde “Bach’ın bir eserinden mi alıntılıyor acaba” dememe sebep olacak kadar. Her iki müziğin (klasik ve caz) imkanlarını da son derece iyi kullanan, hem ikisine de dahil, hem ikisinin de ötesinde, Nina Simone’a özgü bir müzik...
Fazıl Say caz çalarken böyle bir yaklaşım görebiliyor muyuz? Klasikçiliğinden yeterince sıyrılabiliyor mu? Maalesef ben buna da hayır diyeceğim.
Neydi ilk sorumuz?
1) Fazıl Say besteci, yorumcu ve müzisyen sıfatlarının içini bu iktidarı hak edecek kadar dolduruyor mu?
Sanırım bu soruya hayır cevabı verdiğim anlaşılmıştır. Geçelim ikinci soruya...
2) Bu yorumu bir aydın sorumluluğuyla mı yapıyor yoksa yalnızca şikayet eden bir diğer vatandaşla mı karşı karşıyayız?
Sanırım bir aydından memleketini anlamasını, onun kendine has gerçekliğini çözümlemesini, problemleri görmesini ve çözüm önermesini beklemek aşırıya kaçmak olmaz.
Walter Benjamin’in sevdiğim bir sözü vardır:
Hakikati ortaya çıkaracak olan şey konuşmak değil, adlandırmaktır; bütün bütün tümceler değil sözcüklerdir. Hakikat akustik bir fenomendir.
Fazıl Say problemi adlandırmamaktadır, bir durum hakkında konuşmakta ancak adını koymamakta, teşhisi netleştirmemektedir. Dolayısıyla çözüm önermek de mümkün olmamakta, tek çare çekip bu “durum”un olmadığı yere gitmek olmaktadır.
Karşı karşıya olduğumuz durumu tek kelimeye indirmek mümkün mü? Eğer bunu yapmak bana düşseydi tercihimi “toleranssızlık” olarak yapardım.
Farklılıklarımızın varolduğunu kabul edebildiğimiz, bu farklılıklara tolerans gösterebildiğimiz, dolyısıyla kimsenin kendini dışında ve tehdit altında hissetmediği bir toplum inşa etmek mümkün değil mi? Bence bu hala başarılabilir bir proje. Hatırlatmak isterim, bu toprakları uzunca zaman yöneten Roma da, Osmanlı da düzeni bu sayede korumuştu. Farklılıklara ve farklı olana (dini, etnik, politik) toleranssızlık başladığında Osmanlı’nın sonu geldi. Aynı topraklarda aynı hata ikinci defa yapılmamalı.
Memleketin halinde (sanatında, biliminde, politikasında vb.) çürüyen, kokuşan bir şey var, bu muhakkak. Ama teşhis ve tedavi edilemez değil. Bize bunlar hakkında konuşma fırsatı verdiği için Fazıl Say’a teşekkür etmek isterim. Bu büyütecin bana gösterdiklerini okuyanlara teşekkürlerimle...