Derdimi anlatmama yetecek düzeyde konuşabildiğim iki dil var. İkisi de gerçek, samimi ve dolu dolu bir öfkeyi anlatabilecek sözcüklerden yoksun.
Dil toplumsal hayatımızı düzenleyebilmemiz için icat ettiğimiz bir araç. Tanımları belli simgeler aracılığıyla ortak bir alan yaratmamıza yarıyor. Oysa öfke ortak alanımızın dışında kalması gereken bir duygu, sosyal sözleşmemizin özüyle bağdaşmıyor. Durum böyle olunca hiçbir dil, dile getirilmemesi gerekeni tüm detayıyla anlatmaya yarayacak sözcükleri barındırmıyor, hiç kullanılmaması gereken bu nafile yükü taşımıyor.
Bu nedenle öfkeyi anlatmak için daha ilkel seslere dönmek gerekiyor. Dilin üzerinde anlaşmaya varılmış simgelerinden kurtulup, içimizden taşarcasına bir çığlık atmak gerekiyor. Öfkeyle dolduğumuz anlarda göğsümüzün altında basınç yapan şey galiba bu çığlık.
Bunu daha estetik bir şekilde yapmanın yolu ise sanat sanırım. Sanatçının oluşturduğu gerçek anlam ve ifadenin kendisinden başkasına tam olarak aşikar olmaması, öfkenin ortak alanımıza nüfuzuna bir sınır çiziyor ama dilin sınırlarının ötesine taşıyor. Sözler yetmeyince seslere dönmenin daha estetize edilmiş şekline müzik demiş oluyoruz.
Belki de bunun için Tool'un The Pot'u iki yılı aşkın süredir en çok dinlediğim şarkılar sıralamasında tepeden inmedi. Maynard James Keenan başta olmak üzere bu güzel abilere saygılarımla...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder