30 Eylül 2010 Perşembe

Onun da günü gelir

Günümüzün cinsiyetçi imalardan arındırılımış, siyaseten doğru yazı diline uymasa da, "yakışıyor mu senin gibi üniversite mezunu adamın ağzına bu laflar" diyenleri duyar gibi olsam da Trabzon'daki büyüklerimden öğrendiğim, oraların zeka doluluğunu yansıtan bir sözü paylaşmak isterim:

Gizli sikilen aşikara doğurur.

Kabul, kaba kaçtı biraz ama lafta hakikat var, süreci de özetliyor. Ne kadar gizli yaparsanız yapın bir işi, ana rahmindeki bebek gibi yavaş yavaş büyümeye başlayan bir hakikat tohumu o gün, orada gizli gizli büyümeye başlar. İlk zamanlar yalnızca meselemizin faillerinin varlığından haberdar olduğu bu şey zamanla emareler vermeye başlar, failler de onları gizlemeye çabasına girişir ilk şüpheleri bertaraf etmek adına, o bol elbiseleri giymeye başlayan kızlar misali. Sonra günün birinde hakikat yüzünü henüz göstermese de işaretler artık gizlenemez hale gelir, tüm yapılabilecek olan ne olduğu açıkça belli o kocaman karna bakıp "bu kız da çok kilo aldı" diye kafayı kuma gömmeye uğraşmak olur. Sonunda büyük gün gelir çatar, büyük bir sancıyla hakikat herkesin görebileceği yere doğuverir.

Nazilerin yahudi katliamında da böyle oldu, Gulag'da da. Bugün Gladyo diye adını açık açık herkesin dillendirdiği mekanizmanın malum icraatlarında da böyle oldu, Şili'de ve Arjantin'de büyük biraderin hatrına yapılan darbelerde de. Biz de oluyor yavaş yavaş, darbe zamanlarının aşikar sırları günü geldi, dökülüyor ortalığa "mazimizle hesaplaşmak" adı altında.

Gebelik alegorsinin de çok güzel şekilde ima ettiği gibi bunun bir zamanı var. Yeterince olgunlaşmadan yüzünü göstermiyor bu hakikatler, rahimdeki sürenin doldurulması gerekiyor.

KPSS skandalı, Hanefi Avcı olayı derken malum cemaatin yapıp ettiği iddia edilenlerin emareleri yavaş yavaş belirmeye başladı. Böyle şeyleri yakıştıramayan iyi niyetlilerle gizleme niyetli suç ortaklarından oluşan, kiminin kafası karışık diğerlerininki planlarla pırıl pırl berraklıkta heterojen bir kitle şimdiden başladı "çok kilo aldı" sayıklamalarına. Gün gelir hakikatin tümü açığa çıkar. İhalelerle, kadrolaşmalarla, uluslararası bağlantılarla, memleketin fukaralığından adam devşirmelerle süslenmiş hakikatimiz doğar.

Ne zaman mı? Ya artık dışarı çıkmasının zamanının geldiğine inan birileri sezaryen misali koca bir operasyonla onu dışarı çıkardığında ya da doğası gereği artık içeride kalamayacak kadar büyüdüğünde. Merakla bekliyorum ama yüzünü görmeme imkan olmayacak o güne kadar, bunu da biliyorum. Bunu kabullenmiş olarak kendi ajandamla (bilimle, sanatla vb.) uğraşmaya devam edeceğim o sırada, okumuş adam umursamazlığı damgası yemek pahasına. Büyük abilerin kavgası bitince anlarız, hakikatimiz nur topu gibi mi hilkat garibesi mi.


  

28 Eylül 2010 Salı

Doktorunuz ayakta uyuyor olabilir

Türkiye'de uzmanlık eğitimi veren kimi kliniklerde uygulanan çok garip bir şey vardır: Gün aşırı nöbet
Bu uygulamaya maruz kalan doktor her iki günden birinde nöbetçidir. Bir sabah işe gelir, o gece nöbetçi olarak hastanede kalır, ertesi gün çalışmaya devam eder, akşam işi saat kaçta biterse (sonunda!!) hastaneden çıkar, evine gider biraz uyur, ertesi sabah döngü yeniden başlar. Pratik olarak her 48 saatin 34-36'sını hastanede çalışarak geçirir. Bu uygulama genelde "çömez asistan" denen, asistanlığa yeni başlamış kişilere uygulanır. Süresi 12-18 ay arasında değişebilir.

Birkaç ay boyunca bu tempoda çalışan insanın kronik yorgunluk semptomları göstermeye başlayacağı aşikar. Gün içerisinde yapılacak herhangi bir eğitim faaliyetinden fayda görmesi de mümkün değil zira bu kadar yorgun ve uykusuz bir beyin öğrenmez. O cesede dönüşmüş haliyle gidip evde teorik eğitimini gerçekleştirmek üzere ders çalışmasını beklemek de oldukça hayalperest bir yaklaşım olur. Dolayısıyla memleketin en iyi tıp fakültesinde de olsa bu genç doktorlar düzgün bir teorik-bilimsel eğitim almazlar, zanaat öğrenir gibi yaparak ve yaptıkları kadar öğrenirler mesleklerini. 

Bilimsel araştırmaların tekrar tekrar ortaya koyduğu basit bir gerçek var, doktorun hata yapmasına neden olabilecek iki temel faktör var:
1) Ne kadar tecrübesiz olduğu (kariyerin henüz başında olanlar, başlayalı daha bir iki ay olmuş çömez asistanlar bu durumda hata yapmaya en yatkın olanlar oluyor)
2) Doktorun ne kadar yorgun olduğu (Burada en önemli faktörlerden biri kesintisiz olarak hastanede geçirilen zaman, aklı başında ülkeler buna ksıtlamalar getiriyor)

Bizdeki uygulama iş iyice çığırından çıksın diye en tecrübesiz adamları en ağır iş yükünün altında ezerek hata yapma olasılığını üstel olarak artırıyor. Bundan doğrudan etkilenecek kitle olan hastalar ise durumun farkında bile değil. ABD'de doktorların çalışma saatlerine kısıtlama getirilmesini talep eden kuruluşların başında hasta hakları dernekleri gelir, bizdekiler henüz tehlikenin farkında değil.

Doktorun çektiği eziyet yanında maruz kaldığı kaçak çalıştırma da cabası. Devlet aylık azami bir nöbet sayısı belirlediğinden ve daha fazlasının ücretini elbette ödemeyeceğinden bu çocuklar kağıt üzerinde ayda 8-10 nöbet (3 günde bir) tutuyor gösterilir ve nöbet ücretlerini de ona göre alırlar, gerisi kaçak çalıştırma.


Gelelim bu uygulamaya nerede rastlayabileceğinize:
i) Birkaç sene öncesine kadar Hacettepe Beyin Cerrahisi'nde bu uygulama vardı. Her türlü insani standarda ve uluslararası çalışma yasalarına aykırı olduğundan ve hastayı tehlikeye attığından akredite olmaya çalıştıklarında bu uygulama ayaklarına dolandı, kaldırdılar. Artık uygulamıyorlar, en sık nöbet 3 günde bir ve uluslararası akreditasyonları onaylandı.
ii)Hacettepe Genel Cerrahi: Ben kendimi bildim bileli çömezlere uygulanır, kaldıracaklar gibi de görünmüyor. Yazın izne çıkan asistanlar nedeneniyle personel sıkıntısı yaşandığında kıdemli asistanlar ya da baş asistanlar da  günaşırı nöbete geri dönmek zorunda kalabiliyor.
iii) Hacettepe Pediatri: Günaşırıdan vazgeçmeleri olası görünmüyor. Asistanların sorunlarından bahsedildiğinde "20 yıl önce ben asistanken de böyleydi, ne yapalım" diyecek kadar değişime ve ilerlemeye inanan hocaları olduğuna bizzat şahit olduğumdan değiştirmeyeceklerine neredeyse eminim.


Onun için benden size bir tavsiye. Aşağıdaki resme benzeyen bir doktor görürseniz kaç günde bir nöbet tuttuğunu ve son kaç saattir hastanede olduğunu sorun, korktuğunuz cevapları alırsanız da koşarak kaçın. Hem kendinizi ve sevdiklerinizi hata yapma ihtimali yüksek bir doktordan aakınmış olursunuz hem de doktora da bir iyiliğiniz olmuş olur; belki beş dakika dinlenecek, sandalye üstünde uyuklayacak vakit bulur





27 Eylül 2010 Pazartesi

İki alana bir bedava: Don değil, Viagra - Kısım II

Bu yazının ilk kısmında Sağlık Bakanlığı'nın burnunun dibinde bir eczanenin sildenafil içeren ilaçları (viagra vb.), ilaçta promosyon kanunen yasak olduğu halde, "2 alan 1 bedava" sloganıyla satmasından bahsetmiştirm. Burnunun dibinden kastettiğimin ne kadar yakın olduğu daha iyi anlaşılsın diye bir harita eklemem uygun olur diye düşündüm. İşaretlerden biri bakanlığın, diğeri eczanenin yerini gösteriyor. Aynı cadde üzerindeki diğer eczanelerde de durum faklı değil.

17 Eylül 2010 Cuma

Borcumuz ne kadar?

Latin Amerikalı iktisatçı Carlos-Diaz Alejandro seksenlerde Paul Krugman'a bu heykelin resmini kartpostal olarak yollamış ve arkasına şöyle yazmış:

Borcumuz BU KADAR büyük ve onu yalnızca TANRI geri ödeyebilir.








Ülke olarak Türkiye için ve tek tek ele alındığında pek çok vatandaşımız için durum şu anda tam da böyle.




13 Eylül 2010 Pazartesi

Domuz gribi salgını - Bitmeyen tartışma


Domuz gribi salgını ortaya çıktığında Dünya Sağlık Örgütü'nün bu konuyu incelemek ve salgının düzeyini belirlemek, gerekli önelmleri planlamak üzere kurduğu heyetin üyeleri tartışma konusu olmuştu. Üyelerin adlarının açıklanmaması şirketlerle çıkar çatışması yaratabilecek bağlantıları olması endişesiyle, şüphe yaratmıştı. Salgının sona erdiğinin açıklanmasının ardında DSÖ, kurul üyelerini ve bildirdikleri çıkar çatışması yaratabilecek durumları açıkladı.
 
Arnold Monto: Ann Arnbor'daki Michigan Üniversitesi'nde epidemiyoloji profesörü; sezonluk (yıllık, her yıl yapılan) ve pandemik (dünya çapında salgın yaratan) gribe yönelik aşıların geliştirilmesinde GlaxoSmithKline, Novartis, Roche, Baxter ve Sanofi'ye, her biri 10.000 dolardan az ücretler için olmak üzere danışmanlık yaptığını bildirmiştir. Buna ek olarak, çalıştığı üniversitedeki araştırma birimi 2007-2008 yıllarında yürütülen, inaktive edilmiş ve zayıflatılmış grip aşılarının etkinliğini karşılaştıran bir araştırma için Sanofi Pasteur'den fon (araştırma giderleri için para) almıştır.    
 John Wood: Birleşik Krallık Biyolojik Standartlar ve Kontrol Enstitisü'nün viroloji bölümünde yönetici bilimadamı; çalıştığı biriminin grip aşısı araştırma-geliştirmesinde Sanofi Pasteur, CSL, IFPMA, Novartis ve Powdermed için kontratlı araştırma yürüttüğünü belirtmiştir (bu tarz araştırmalarda firma kendi lablarında yürütemediği ya da yürütmeyi tercih etmediği araştırmalar için çeşitli araştırma kurumlarıyla anlaşır, giderleri karşılar, kurumun çalışanları ve laboratuvarları gibi imkanları kullanır, araştırma sonuçlarının mülkiyet hakkı da firmaya ait olur. Firma olumsuz sonuçların yayınlanmamasını tercih edebilir) 
Maria Zambon: Londra'daki Sağlık Koruma Ajansı Enfeksiyon Merkezi virüs danışma bölümünde solunum virüsleri biriminin başkanı; işvereninin lobaratuvarında yürütülen kontratlı anlaşmalar için Sanofi, Novartis, CSL, Baxter ve GSK gibi ilaç üretici firmalardan fon aldığını belirtmiştir.
Neil Morris Ferguson: Imperial College London Tıp Fakültesi enfeksiyon hastalıkları epidemiyolojisi bölümünde matematiksel biyoloji kürsüsü sahibi, Roche ve GSK'ye (2007'de sona ermiş) danışmanlık hizmeti vermiş, 2007'de bu işten elde ettiği gelir 7000 dolardan az.


Nancy Cox: Hastalıkların Kontrolü ve Önlenmesi merkezi (CDC) grip bölümü yöneticisi, kendisine bağlı bulunan halk sağlığı ve takip araştırmaları biriminin endüstriye bağlı bir ticari grup olan  International Federation of Pharmaceutical Manufacturers & Associations'dan mali destek aldığını bildirmiştir.




Durum ilk bakışta hiç de iç açıcı görünmüyor gibi ama bunu engellemenin de bir yolu yok gibi. Bizim YÖK başkanımız aşı geliştirmeyi kolay ve ucuz zannedip ünversiteleri azarlasa da, bu iş çok masraflı bir iş (ilgili bir yorumum için tıklayınız). Bu tarz çalışmaları yürütecek bir laboratuvarın maliyetini karşılamanın tek yolu ilaç firmalarıyla girilen anlaşmalarla gelir sağlamak. Dolayısıyla büyük viral salgınlar ve aşı geliştirme konusunda belli bir bilgi ve deneyim seviyesinin üzerinde olup, geçmişte ilaç firmalarıyla hiç ilişkisi olmamış bir bilim adamı bulmak neredeyse imkansız, hele ki  bilimin bu kadar endüstriyel bir iş haline geldiği bu çağda.

Üniversitelerle ilaç firmaları arasındaki akçeli ilişkiler tartışma konusu olmaya mutlaka devam edecektir. Pandemi kararı abartılı mıydı, devletler aşıdan zarar mı etti, komisyondakilerin çıkar çatışmalarının bu durumdaki rolü nedir gibi sorular daha çok sorulup tartışılmaya devam edecektir.Bana kalırsa doğrusu bekleyip, geriye dönüp baktığımızda domuz giribi salgını sırasında elde edilen verilerin bize ne gösterdiğini incelemek.

3 Eylül 2010 Cuma

Sizin doktorunuz ehil mi?

"Kırk türlü dümen dönüyor o işlerde" diyebilirsiniz ama kağıt üstünde sürücü ehliyeti alma işlemi Türkiye'deki uygulamalar içinde örnek teşkil etmesi gereken bir yapı sunuyor. Ehliyeti edinmek için gerekli olan eğitimi aldığınız kurumla, bu eğitim sonundaki yeterliliğinizi değerlendiren kurum farklı; kursa gidip eğitim alıyorsunuz ama yeterli düzeye gelip gelmediğinizi devlet denetliyor. Dahası kurslarda verilen eğitim farklı dahi olsa, sınav ortak ve standart olduğundan ehliyet sahibi olanların sahip olduğunu varsayacağımız bilgi ve becerilerin bir asgari müştereği var.

Sürücü ehliyetine verdiğimiz kadar önemi tababetin icra edilmesine vermiyoruz. Tıp fakültesi diploması alan her genci otomatik olarak teorik ve pratik açıdan yeterli ve ehil kabul ediyoruz. Türkiye'deki tıp fakülktelerinin sayıca az, eğitimlerinin ise standart olduğu dönemde belki kabul edilebilir bir durumdu bu ama artık öyle olduğunu düşünmüyorum. Üzerinde anlaşılmış, zorunlu bir çekirdek müfredat var olsa da tıp fakülteleri değişik eğitim sistemleri uyguluyor artık. Aynı organ sistemine ait farklı alanlardan kaynaklanan bilgilerin beraber verilip tek sınavla değerlendirildiği komite sistemi, her alanın eğitiminin diğerlerine paralel tutulmaya çalışılsa da ayrı ayrı verildiği klasik sistem, amfi derslerinden çok öğrencinin kendi araştırması ve problem çözmeye dayalı modüler sistem uygulamalarının tümüne örnekler bulmak mümkün artık tıp fakülteleremizde. Dahası hızla artan fakülte sayısı nedeniyle kimi fakültelerde yaşanan öğretim elemanı sıkıntısı, eğitimin kalitesi üzerine etkisi olduğu bilinen öğretim elemanı başına düşen öğrenci sayısının da büyük değişiklikler göstermesine neden oluyor. Kurumsallaşmanın tamamlanması ve sistemin oturmasının zaman alması da yeni kurulan fakültelerin mezunlarının yeterliliğine dair şüphelere neden olabiliyor.

Tüm bunlar bir arada düşünüldüğünde, doktorlarımızın farklı kurumlardan aldıkları diplomalarla yetinmeyip, ulusal düzeyde yapılan, standardize edilmiş, teorik yeterlilik yanında pratik yeterlilik ve becerileri de değerlendiren bir lisans sınavına artık ihtiyacımız var. Dahası bu sınavı geçerek tababeti icra ehliyeti kazanan doktorların düzenli aralıklarla lisans yenileme sınavlarına alınarak bilgilerinin düzeyinin kontrol edilmesi ve yetersiz bulunmaları halinde meslek içi eğitime tabi tatulmaları her yıl binlerce makalenin yayınlandığı tıp alanında artık bir mecburiyet. Böyle bir uygulama, doçentliğini aldıktan sonra araştırmayla ilgilenmedikleri, kendilerini geliştirmeye son verdikleri sıklıkla söylenen tıp fakültesi hocaları için de uyarıcı bir etken olabilir; lisans elden giderse hocalık da gider.

İşlerini zorlaştıracağını düşünecek olsalar da bundan en çok fayda göreceklerin doktorlar olacağını zannederim .Mesleklerinin asgari standardını belirlemiş, "ben ne doktorlar gördüm, daha iğne yapmayı bilmiyordu" gibi garip şikayetler duymaktan kurtulmuş olurlar. Bilenle bilmeyeni, yapanla yapamayanı ayırt edecek bir sistem oluşturulursa rahat ederler.

Böyle bir sınavdan elde edilecek veriler tıp fakültelerinin verdiği eğitimin yeterliliğini değerlendirmek, gerekli düzeyin altında kalanları kendilerine çeki düzen vermek veya fakülteyi kapatmaya yönlendirmek açısından da niceliksel bir altyapı sağlayacaktır.

Bir doktor olarak "tıp fakültesinin kapısına eşeği bağlasam altı yılda doktor olur" devrinin bitmesini, meslektaşlarımın yeterliliğinin, niceliksel verilere dayanarak ve düzenli olarak, daha sıkı denetlenmesini tercih ederim. Şoförler kadar saygınlığımız ve güvenilirliğimiz olsa bana yeter.

2 Eylül 2010 Perşembe

Tezsiz yüksek lisans ve vergilerimiz

Son yıllarda Türk akademik dünyasının yaptığı en yaratıcı buluşlardan biri tezsiz yüksek lisans.Tanımı gereği yüksek lisans eğitimi, kişinin eğitim aldığı branşta uzmanlaşması ve bu durumu bilimsel bir makaleyle (tezle) ispat etmesiyle tamamlanır. Üstün Türk zekası burada da devreye girmiş ve "teze ne gerek var" demeyi bilmiştir.

Yükseköğretim Kanunu'na göre:

Tezsiz yüksek lisans programının amacı, öğrenciye mesleki konuda derin bilgi kazandırmak ve mevcut bilginin uygulamada nasıl kullanılacağını göstermektir. Tezsiz yüksek lisans programı İkinci Lisansüstü Öğretim’de de yürütülebilir. Bu program toplam otuz krediden az olmamak koşuluyla en az on adet ders ile dönem projesi dersinden oluşur. Dönem projesi dersi kredisiz olup başarılı veya başarısız olarak değerlendirilir. Öğrenci, dönem projesinin alındığı yarıyılda dönem projesine kayıt yaptırmak ve yarıyıl sonunda yazılı bir rapor vermek zorundadır. İlgili senato tarafından belirlenen esaslara bağlı olarak tezsiz yüksek lisans programının sonunda yeterlik sınavı uygulanabilir.

Benim bundan anladığım devam zorunluluğu olmaksızın, neredeyse yalnızca birkaç sınavda başarılı olarak, tez dahi yapmadan ekstra bir diploma, derece alma imkanının sunulmuş olmasıdır (yeterlik sınavı bile zorunlu değil, "uygulanabilir"). Bu şekilde (eksik) yetişmiş bir kitlenin toplumun bilimsel altyapısına vereceği zararı uzun uzun tartışabiliriz, düşünecek olursak bu yarım yamalak eğitime dayalı diplomayla doktoraya başlama hakkı da elde edilmiş oluyor. Bu eksik altyapı üzerine yapılacak bir doktoranın neye benzeyeceği de ayrı bir muamma... Bu eğitimi alanların ne kadarı doktoraya devam eder, ne kadarı "bana bu kadarı yeter" der bilemiyoruz zira elde veri yok.

Peki bu saçmalığın sıradan vatandaşımızı ilgilendiren yönü ne? Çok basit:

Her türlü devlet memuriyetinde ekstra eğitim (diploma), işe daha yüksek bir dereceden başlamanıza ya da halihazırda çalışıyor iseniz derece atlamanıza yarar, dolayısıyla maaşınız artar. Yapacağı işin (bizim paramızla bize vereceği hizmetin) kalitesini artırmaya ne derecede katkısı olacağı bilinmez (bana sorarsanız katkısı olmaz)  bir eğitim almış (ya da almamış ama alır gibi yapmış) birilerine devlet bizden topladığı vergilerle daha fazla maaş vermiş olur.

Sonuçta olan yine bize olur. Zaten yetmeyen maaşlarımızdan daha elimize geçmeden kesiliveren vergilerimiz, devletin izniyle yaratılmış bir eğitim garabeti sayesinde, devlet eliyle, hak ettiğinden şüphe etmeye hakkımız olan insanlara, haksız yere dağıtılır.

Yiye yiye bitirilemeyen ülkemizden, bir yeme öyküsü dinlediniz. Küçük kardeşlerimize iyi uykular dileriz...

1 Eylül 2010 Çarşamba

İki alana bir bedava: Don değil, Viagra

Eczanelerin vitrinlerindeki yazıları fark ettiniz mi? "Viagra, iki alana bir bedava", "2 fiyatına 3 Viagra" vb. yazıyor eczanelerimizin vitrinlerinde. Gözümüze soka soka kanun ihlal ediliyor.

Uzun zaman reçeteli satılan ve Pfizer'in patent süresi dolmadığı için oldukça da pahalı olan sildenafil içeren ilacın, patentin dolmasının ardından pek çok muadili çıktı. Özellikle Hindistan kaynaklı bol miktarda (kalite kontrolünün ne derece yapıldığı dünya çapında tartışılan) muadil pazara bir anda boca edildi. Hemen ardından tadalafil içeren, daha uzun süre etkili olduğu için "haftasaonu Viagrası" olarak adlandırılan Cialis piyasaya çıktı, Türkiye'de doktorlara tanıtımı için Şahan Gökbakar'a komedi skeçlerinden oluşan bir CD bile yaptırıldı (sonrasında CD'de yalnızca doktorlar için olduğu belirtilen bu videolar internete de düştü, tanıtım reklama dönüştü). Özellikle kalp rahatsızlıkları olan hastalarda pek çok risk taşımasına, doktor tavsiyesiyle ve gözetiminde kullanılması gerekmesine rağmen sonradan bu ilaçların reçetesiz satılmasına da izin verildi.

Bu noktadan sonra piyasa dinamiklerinin işlemesi kaçınılmazdı. Yerli-yabancı ucuz pek çok muadili olan (arzı yüksek ve ucuz) olan ilaca zaten talep de vardı. Böyle bir şikayetle doktora başvurmaktan çekinenlerden, "performans"ını artıracağını düşünerek kullananlara kadar geniş bir müşteri kitlesinin de oluşmasıyla arz-talep dengesinin mutlu sarmalında koca bir piyasa oluştu. Sonrasında elbette piyasa rekabeti de oluşacaktı, kimi eczaneler müşteriyi çekmek için promosyona başladılar, iki alana bir bedava vermeye başladılar. İlk başlarda el altından yapıldığını tahmin ettiğim promosyon vitrinlerden duyurulur oldu hiç çekinmeden.

Problem de bu zaten: Türkiye'de ilacın reklamı ve promosyonu kanunen yasaktır. Eczane vitrinlerinde gördüğümüz o ilanlar aslında eczacıların kendileri hakkında suç duyurusunda bulunması anlamına geliyor.

Bunları okuduktan sonra eczanenizi uyarmaya kalkmayın, ben yaptım, işe yaramadı. Evime yakın eczanelerden birinin vitrininde o yazıyı her gördüğümde sinirleniyordum, bir gün iş çıkışı dayanamadım, girdim, kalfalardan beni sorumlu eczacıyla görüştürmelerini istedim. Dükkanın sahibi olan eczaıcı beyefendiye kendimi tanıttım, doktor ve farmakolog olduğumu belirttim ("bu işlerden anlarım biraz" mesajını vermiş olurum, söylediklerimi ciddiye alır zannettim). Beyefendi şu cevabı verdi:

Haklısın kardeşim de ben o yazıyı kaldıramam. Bu dükkana ne kadar kira veriyorum ben biliyor musun? Aylık gelirimin çoğu o satışlardan. Öyle yapmazsam bu dükkanı kapatıp gitmem lazım.

Ben de yaptığının kanuna aykırı olduğunu tekrarladıktan sonra çıktım. Her sabah işe giderken önünden geçiyorum eczanenin, yazı hala orada.

Bu hikayeden benim öğrendiğim kişinin kendince bir gerekçesi varsa kanunu çiğnemesinde bir sakınca olmadığı. Bu mantıkla gidersek töre cinayetleri de suç olmaktan çıkar, üstelik onların arkasındaki gerekçe onlarca yıldır denenmiş, zamanın testinden geçmiş (!). Eminim o eczacı arkadaş töre cinayetlerini kınıyordur ama benzer  mantıkla kanunu kendisi çiğnemekten de geri durmuyor.

Bu hikayeyi daha da korkunç kılan bahsettiğim eczanenenin Ankara'da, Mithatpaşa Caddesi'nin Sıhhıye'ye yakın alt kısmında olması. Yolu düşmüş olanlar bilir, biz vatandaşlar adına bu tarz şeyleri denetliyor ve kanunu uyguluyor olması gereken Sağlık Bakanlığı'nın Sıhhıye'deki binası eczaneye 250-300 metre mesafede. Bu anlattıklarım denetlenmesi güç ücra bir köşede değil, bakanlığın burnunun dibinde oluyor yani. 

Bu hikaye şimdilik bu kadar. En kısa zamanda bu anlattıklarımın delili olan fotoğraflar çekip buraya koymayı planlıyorum; fotoğraf olmayınca gerçekliğini sorgulayan, "delil göster" diyen olur belki. Ne de olsa ben yazdım diye suçu gizli gizli işleyecek değiller, her şey aleni, çekiveririm fotoğrafları.

Not: İki alana bir bedava: Don değil, Viagra - Kısım II için tıklayınız

Beğendiyseniz paylaşabilirsiniz, maksat söz yayılsın.