27 Ekim 2010 Çarşamba

İki alana bir bedava: Don değil, Viagra - Kısım III - Fotoğraflar

İnternet çağının klişelerinden biri de "pics or it didn't happen", fotoğraf yoksa dediğine niye inanalım yani.
Madem eczaneler kanunu çiğniyor dedim, delilleri de sunmam gerek.

İlk görüntümüz Büyük Mithatpaşa Eczanesi'nden (Mithatpaşa Cad. No:26 / 3 - ANKARA):






Aslında oldukça net okunuyor ama yine de biraz daha yakından bakalım, kapıdaki duyuruda ne yazıyor:


Adı geçen ilaçların ikisi de Viagra muadili, sildenafil içeren ilaçlar.


Geçelim ikinci eczanemize, Ziya Gökalp Cad. No:28/18'de yer alan Sütçüoğlu Eczanesi:

  
Fotoğrafta vitrindeki Sütçüoğlu yazısında "ğ" hizasına gelen kağıda yakından bakalım:


Burada yalnız Eczacıbaşı tarafından üretilen Vigrande promosyon dahilinde.

Aynı şeyi yapan pek çok eczane arasından bu ikisini seçmem kişisel bir husumet nedeniyle değildir, evime yakın olmasındandır. Daha önemlisi ikisinin de Sıhhıye'deki Sağlık Bakanlığı binasına 5 dakikalık yürüme mesafesinde olmasındandır. Ankara'nın göbeğinde, burunlarının dibinde ilaçta promosyonu yasaklayan kanunun ihlal edilmesine seyirci kalan Sağlık Bakanlığı'na saygılarımla arz ederim. 


Not: Türk Eczacılar Birliği de bu konuda elinden geleni yapmakla yükümlüdür diye düşünüyorum.


Bu dizinin daha önceki kısımlarını burada ve burada bulabilirsiniz.

20 Ekim 2010 Çarşamba

Sayılarla bilimsel gücümüz

TÜBİTAK tarafından yayınlanmakta olan Turkish Journal of Medical Sciences (TJMS), Türkiye'nin SCI-E kapsamındaki dergilerinden biri.

Bu sabah biraz zaman ayırıp derginin 2007 yılında yayınladığı makaleleri ve aldıkları atıfları inceledim. ISI Web of Knowledge üzerinden yaptığım araştırmaya göre dergi 2007 yılında toplam 73 yazı yayınlamış (araştırma makalesi, derleme, vaka sunumu vb.). Geride kalan 3 yılda bunlara yapılan toplam atıf sayısı 27, makale başına atıf sayısı 0.37 ve bu yıl için derginin h-indeksi 2. 

Atıfları daha yakından inceleyince sonuç daha da vahim bir hal alıyor. Toplam 27 atıftan yedisi tek bir makaleye ait. 2 atıf alan 2 makale, 1 atıf alan 16 makale var; geriye kalan 54 yayın, 3 yılda hiç atıf almamış. Bilimin ilerleme hızı ve bilginin eskime hızı göz önünde bulundurulursa bu yayınların bu saatten sonra atıf almaları da kolay görünmüyor. 

Atıf almayan bu 54 yayın incelendiğinde bazılarının yabancı üniversitelerden kaynaklandığı görülüyor. Türkiye kaynaklı yayınların çoğunda (oldukça pahalı ölçüm teknikleri kullananlar da dahil olmak üzere) araştırmanın kim tarafından finanse edildiği belirtilmemiş.

Devlet üniversiteleri kaynaklı ve üniversitelerin araştırma fonları tarafından finanse edilen, geride kalan 3 yılda hiç atıf almamış 3 yayın tespit ettim:

1) The Frequency of CCR5delta32 Polymorphism in the Central Black Sea Coastal Region in a Healthy Population

SEZGİN ÖZGÜR GÜNEŞ, NURTEN KARA, HASAN BAĞCI

Turk J Med Sci 2007; 37(1): 17-19.


Abstract  Full text:pdf 


2) The Role of Heart-Type Fatty Acid-Binding Protein (H-FABP) in Acute Myocardial Infarction (AMI) Compared to Conventional Cardiac Biochemical Markers

HATİCE PAŞAOĞLU, EBRU OFLUOĞLU, MUSTAFA İLHAN, ATİYE ÇENGEL, MURAT ÖZDEMİR, EMRE DURAKOĞLUGİL, MURAT ERDEN

Turk J Med Sci 2007; 37(2): 61-67.


Abstract  Full text:pdf 


3) Excretion Rate and Composition of Skin Surface Lipids on the Foreheads of Adult Males with Type IV Hyperlipoproteinemia

TAYFUN GÜLDÜR, NİHAYET BAYRAKTAR, ÖZGÜR KAYNAR, GÜLÇİN BEKER, MUZAFFER KOÇER, HAMDİ ÖZCAN

Turk J Med Sci 2007; 37(4): 205-211.


Abstract  Full text:pdf 



Bu bilgilere dayanarak, vergisini veren bir vatandaş ve Türk akademisinin kalitesinin yükselmesini önemseyen bir araştırmacı-araştırmacı adayı olarak şunları sormaya hakkım olduğunu düşünüyorum:

1) TJMS, TÜBİTAK tarafından basıldığına göre basımında ve dağıtımında kamu kaynaklarının kullanıldığı kabul edilebilir. Kamu kaynaklarının, 54/73'ü (%74) hiç atıf almayan (yani sonrasında kimsenin dönüp bakmadığı, baktıysa da kendi araştırmasına ışık tuttuğunu düşünmediği) yayınlardan oluşan bir dergi için harcanması uygun mudur?

2) Kamu kaynakları kullanılarak basılan ve isminde taşıdığı "Turkish" ibaresi nedeniyle Türk tıbbi bilimler dünyasının uluslararası temsilinde rol oynadığı kabul edilmesi gerekecek olan bu derginin kalitesinin artırılması için herhangi bir çalışma yürütülmekte midir? Yürütülüyorsa yapılanlar nelerdir ve sonuç elde edilmiş midir?

3) Hiç atıf almamış bu yayınları yalnızca SCI-E kapsamında bir dergide yayınlamış olmaları sayesinde yardımcı doçentlik, doçentlik, profesörlük başvuru dosyalarına kota doldurma amaçlı olarak koyarak akademik ünvan elde etmiş kişiler var mıdır? Var ise bu ünvanı gerçekten hak ettiklerinden emin olabilir miyiz? Bu kişiler kamu üniversitelerinde çalışıyor ise terfi ile gelen maaş artışları da kamu kaynaklarının bir israfını teşkil etmez mi?

4) Devlet üniversitelerinde araştırma fonları dağıtılırken araştırmanın alandaki bilgi birikimine etkisi göz önünde bulundurulmamakta mıdır ki 3 yıl boyunca hiç atıf almayan 3 araştırma devlet üniversitelerinin araştırma fonları tarafından finanse edilmeye değer bulunabilmiştir?

5) Kamu kaynakları ile yayınlanan bir derginin, yerli kökenli yayınlarda araştırmanın kim tarafından desteklendiğini sorma ve makaleye dahil etme, böylece kamu kaynaklarının kullanımında şeffaflığa hizmet etme sorumluluğu göstermesi gerekmez mi?

6) Bu haliyle dergi insanların yalnızca dosya doldurmak için yaptıkları yayınları gönderdikleri bir yayın görüntüsü sergilemekte değil midir? 




Not: Yayınlanmasının üzerinden yeterince zaman geçmemiş olduğu, dolayısıyla henüz yeterince atıf alamamış olduğu düşünülebileceğinden 2008 ve sonrasında yayınlanan sayılardaki makaleleri bu incelemeye dahil etmedim.

19 Ekim 2010 Salı

İyimser kalktım bu sabah

Üniversitede geçirdiğim zaman süresince karşılaştığım kimi hocalarım bende işini eksiksiz yapmaya gayret eden, bir iş ahlakı edinmek üzere örnek alınabilecek insanlar izlenimi uyandırmıştır. Yalnızca onların hatrına, akademisyenlerimizin kusurlarında bahsederken "böyle olmayanlara haksızlık etmek istemem" deme ihtiyacı duyarım çoğu zaman. Elbette bu düşünceyi kaçınılmaz olarak bir soru takip ediyor:

De ki biz öğrenciyiz, asistanız, zaten kast sistemindeki yerimiz dokunulmazlar olarak çoktan kararlaştırılmış, elimizden gelen bir şey yok. Peki, mesleğine gerçekten saygı duyan, akademiye ve akademik ilkelere önem veren bu insanlar  neden içlerindeki-etraflarındaki bu pisliği temizlemek için harekete geçmezler?

Gözümü öfke bürüyen anlarda bu soruyu sormaktan vazgeçer, "onlarla mücadele etmeyenin, onlardan farkı kalmaz" diyerek iyisiyle, kötüsüyle tüm hocalarımı birden siliverirdim. Yaklaşık bir yıldır "dışarıda" olmanın verdiği sakinleşmeyle şimdi bir ümit varsa bu iyi niyetlilerde olabilir diye düşünebilmek istiyorum.

Slavoj Zizek'in şöyle bir paragrafı var:
...Gandhi ve Martin Luther King tarafından ilham verilen büyük özgürleştirici hareketler. Bu hareketler özel bir insan grubuna karşı değil katılaşmış, kurumsallaşmış uygulamalara (ırkçı, kolonyalist) karşı yönelmiştir. Olumlu, herkesi kapsayan; düşmanı (beyazlar, İngiliz koloniciler) dışarıdan bırakmaktan uzak, onun ahlak duygusuna  müracaat eden ve eden ondan kendi ahlaki dürüstlüğünü yeniden inşa edecek bir bir şeyler yapmasını isteyen bir duruş sergilemişlerdir.  (The Universal Exception, s.148)

Kendime sorduğum soru şu:

Akademinin içinde hala ahlaki bütünlüğünü ve akademik değerler bağlılığını koruyan insanları harekete geçirmek mümkün müdür?

Cevaplarım biraz iç karartıcı.

1) Öğrenciler ve asistanlara dertlerini anlatmak, kendilerine sunulan eğitimin yetersizliklerini dile getirmek, "mobbing"e varan uygulamalar karşısında resmi şikayette bulunmak üzere yeterince olanak vermeyen; kazara bu yola girerlerse onları daha büyük güce sahip üstlerinden korumanın mekanizmalarını oluşturmayan sistem acaba bunu  iyi niyetli akademisyenlere sağlıyor mu? De ki niyet ettiler içlerindeki çürükleri ayıklamaya, bunun mekanizmaları mevcut mu?

2) Buna kalkışacakların şu anki hali nedir?

Bence 1920'lerde Amerika'nın güneyinde yaşayan bazı beyazların halinden farksızdır. Ku Klux Klan'ın yarattığı vahşete şahit olan, vicdanı buna başkaldıran, bunlara dahil olmamak için elinden gelen her şeyi yapan bir beyazın Klan karşısındaki gücü ne olabilirdi? Resmi otoritenin (kimi zaman kendisi de Klan mensubu olduğundan) adeta göz yumduğu, göz yummadığı yerde yok etmeye gücünün yetmediği bir örgütlenmeyi kime şikayet edersiniz? Onların istediklerini yapmalarına göz yumduğunuz sürece size dokunmayanlar, açıktan karşı çıktığınızda size ne yaparlar? Orada barınabilir misiniz, yoksa göç vakti mi gelir? (Türk akademisinin sefaletinden kaçısı yurtdışında bilim yapmakta arayanların durumu buna benzemiyor mu? Beyin göçünün önemli sebeplerinden biri bu değil mi?)

3) Sessizliğin bir ikincil kazanç etkisi yok mu? Aslında var olan duruma karşıymış gibi görünenler, bu durumun yarattığı kimi fırsatlardan kendileri de faydalanmıyor mu? Yeterince sayıda kişiye fayda sağlamayan bir sistem elimine olmaya mahkumdur. Dolayısıyla şu anki işleyişin oldukça fazla sayıda kişinin işine geldiğini varsayabiliriz. Bunun dışında kalan kişiler de bunun nimetlerine arasıra el uzatabilirler. Danışmanı olduğu asistanla hiç ilgilenmeyenlerin başına hiçbir şey gelmediğini gören iyi niyetli akademisyenimiz, aslında yakından ilgilendiği asistanına karşı görevlerini bir süre savsaklasa başına birşey gelmeyeceğini bilir. Kendisine hesap soranlara da beterin beteri var hesabı, "gidin onlara hesap sorun önce" diyebilir. Sistemin içindeki çürüklerin, çürük olmayanlar ve çürük olmadığına inanmak isteyenler için fonksiyonel değerini asla göz ardı etmemek gerek. Karşılaştırmanın kim daha az kötüden, kim daha iyiye kayması herkese zahmet çıkarır, değil mi?

Bu resme bakınca prensipli akademisyenlerden de fazla bir şey bekleyemeyeceğimizi düşünmeden edemiyorum.  Her yede demokrasi çığlıkları atılan bir dönemde akademimiz hala katılımcı, şeffaf ve hesap verir bir yapıya kavuşamadığından bu şekilde alttan gelecek bir hareketin şansı daha baştan çok düşük. Tıpkı siyasi arenamızda olduğu gibi burada da beklenen bir "iyi niyetli diktatör" galiba. O bir gün gelecek, iyi niyetli yumruğunu akademinin kötülerinin tepesine indirecek ve sonra her şey güzel olacak zannediliyor galiba.

Daha çok bekleriz....


Not: Başlık iyimserlikten bahsetse de, akademinin resmine bakarken insan ancak bu kadar iyimser olabiliyor. İdare ediverin...

17 Ekim 2010 Pazar

Demokratik üniversite (gibicesine)

Üniversitelerimizin uygulamaya pek özen göstermeseler de taşımaktan pek memnun oldukları bir sıfat "demokratik" olmaktır. Benim bildiğim demokratik sistemlerde seçimler kapalı oy, açık sayım usulüne göre yapılır. Demokratik cumhuriyete ve ilkelerine bağlılıklarını gazete ilanlarıyla duyuran öğretim görevlileri olduğuna birinci elden şahit olduğum Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çoçuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı geçenlerde başasistannlık seçimi yaptı; açık oy, kapalı sayım sistemiyle. Takdiri size bırakıyorum.

Anabilim dalından bir arkadaşın meseleye dair izlenimlerini burada bulabilirsiniz.


13 Ekim 2010 Çarşamba

Ben sana IQ'un yüksek olamaz demedim, EQ'un düşük dedim

Madem üniversite hayatımızda eleştiriye açıklığın yeri ve önemi meselesine girdik (burada)  iki örnekle devam edelim.Böylece kendileri konuşunca başları belaya giren gençlerin duygularına da tercüman olmuş, bir yerde bir kamu hizmeti gerçekleştirmiş oluruz. Ben akademiden atıldım atılacağım kadar, başıma daha fazlası gelmez nasıl olsa.

İki ayrı tıp fakültesinde, birbirinden çok farklı iki alanda (fizyoloji ve temel onkoloji) doktora yapmaya çalışan iki arkadaşım son aylarda benzer olaylar yaşadılar.

İlki bölümdeki danışman hocasıyla bölümde yaptığı ve yapmayı planladığı şeyler, tezine dair planları, ileride yurtdışına gitme ihtimali gibi konuların tartışıldığı, bölümün kendisine sağladıkları (daha doğrusu sağlamadıkları) üzerine bazı şikayetlerini de dile getirdiği bir konuşmada şu sözlere maruz kaldı:

"Bana karşı tavrını beğenmiyorum, EQ poblemlerin var."

Diğeri doktorasını tamamlamak üzere, bölümde kendisine ve hemen hemen eşzamanlı olarak derecesini alcak bir başka iş arkadaşına kadro sağlanıp sağlanmayacağına dair bir tartışma süredir devam ediyor. Bu esnada anabilim dalı başkanının bölümün diğer hocalarına haber vermeksizin, yalnızca asistanlardan biri için kadro isteyen bir yazı yazıp, bunun yanına da aylar önce verilmiş bir akademik kurul kararını katarak sanki tüm bölümün ortak kararıymış gibi göstermeye çalıştığını, bu haliyle yetkililere göndermeye kalkıştığını fark ediyor arkadaşım. Biraz sorup soruşturunca bölümdeki diğer hocaların bundan bihaber oldukları, onlara da danışılmasının ardından akademik kurul kararı alınarak yürütülmesi gereken işlemin anabilim dalı başkanı tarafından oldu bittiye getirilmeye çalışıldığı iyice anlaşılıyor. Bunun üzerine genç kardeşimiz hakkını aramaya çalışınca o da aynı şeyi duyuyor:

"Saygısızsın, EQ ile ilgili problemlerin var."



Sanırım ilkinde ima edilen "yeterliliğine girecek, tez savunmanda oy verecek (kaderin üzerinde söz sahibi olan) insanla nasıl konuşacağını bilecek kadar sosyal yeteneğin yok mu senin", ikinciside ise "insan hocasını belge sahtekarlığı yapmakla itham etmez, böyle bir şeyi görse de susar, ses etmez, bunu akıl edemeyecek kadar sosyal zeka özürlü müsün sen". 

Anlaşılan o ki üstlere koşulsuz itaatin bir norm kabul edildiği, herhangi bir beklentinizi dile getirmeyip size verilenler için sonsuz müteşekkir olmanız gereken akademimizde "itaatsizsin" ithamı fazla kaba ve meselenin çirkin tarafını gereğinden açık şekilde yansıtır bulunmuş; onun yerine "EQ problemlerin var" denmesi daha uygar, üniversitenin entellektüel düzeyine uygun kabul edilmiş. Hocalarımızdan daha iyi bilecek değiliz ya?


Not: Sözkonusu gençlerden ilki kasımda doktorasını yapmaya Amerika'ya gidiyor, diğeri de doktora sonrası çalışmaları için Ivy Leauge üniversitelerinden birinde doktora sonrası çalışmalar için kendine bir lab buldu bile, tezle ilgili resmi işleri bitirince o da gidecek. EQ'ları memleketin akademik sistemine adapte olmaya yetmeyen (!) bu genç arkadaşlar, maruz kaldıkları bu eşsiz muamelenin hatırasını sonsuza dek taşıyacak ve muhtemelen memlekete geri dönmeyecekler. Ondan sonra da "beyin göçü" diye ağlaşılıyor. İyi de kardeşim, IQ değil EQ arıyorsunuz; size ne beyinden, size ne göçünden?

12 Ekim 2010 Salı

Sen, ben, bizim oğlan

Wikileaks'in Amerika'nın Afganistan operasyonlarıyla ilgili belgeleri açıklamasından sonra hükümet hemen belgelerin kaldırılmasını istemiş, daha fazla belge yayınlanmamasını talep etmişti; sitenin başındaki adam Julian Assange'ın da kısa zaman sonra tecavüzle suçlanmasını rastlantı kabul etmek kolay değil. İran'daki muhalefet sesini internet üzerinden duyurmaya çalışırken internetin özgürleştiriciliğini kutsayanlar, sansüre karşı çıkanlar, iğnenin ucu kendilerine değince bu prensiplere özde ne kadar bağlı olduklarını hemen ortaya koyuvermiş oldular. Dahası, herkes bilse de kimsenin söylemek istemeyeceği -bu riski almayacağı- uygunsuz bir hakikati dile getirenlerin başına iyi şeyler gelmeyeceğini, otoritenin kabadayılığıyla süratle karşı karşıya geleceklerini de bir kez daha görmüş olduk. 

Taraflardan birinin diğeri üzerinde mutlağa yakın güç sahibi olduğu, diğerinin ise elinde neredeyse hiçbir şey olmayan güç asimetrisi durumlarında güçsüz bırakılmış tarafın belki de tek silahı ifşaat. Bana bunu öğreten asistanlık yıllarımda yürüttüğüm asistan temsilciliği görevi olmuştu. Pek çok farklı bölümde ortaya çıkan problemleri gözleme, bunları dile getirdiğimde nelerle karşılacağımı birinci elden görme fırsatı benim için akademinin yalnızca daha zeki ve dolayısıyla egoları daha yüksek kimselerin çalıştığı bir diğer devlet dairesinden başka bir şey olmadığını görme macerası olmuş ve ne yalan söyleyeyim, fena halde midemi bulandırmıştı. 

Tıp fakülteleri Türk akademik hayatının çarpık yapılaşmasının adeta kristalleştiği kurumlardır. Mesleğin öğretiliş tarzı hala ciddi bir teorik temele oturtulmayıp, usta-çırak ilişkisi içinde yürütülmeye devam edildiğinden çok sağlam hiyerarşik yapılar kurulur. Canı istemezse size hiçbir şey öğretmeyecek ve kendisinden hiçbir şekilde bunu hesabı sorulmaycak bir "hoca"yla karşı karşıya kalırsınız. Günün birinde - yine objektif kriterlere bağlanmamış, dolayısıyla kişisel hesap görmelere açık, yazılı değil sözlü- uzmanlık sınavınıza girecek olan, uzmanlık tezinizi değerlendirecek olan, akademik bir rota tutturmak isterseniz günün birinde doçentlik sınavınıza girme ihtimali olan, bölümde kadro alıp alamayacığınız konusunda söz hakkı olan da yine aynı hocadır. Sizin üzerinizde bunca gücü olan hocaya karşı sizin hiçbir gücünüz yoktur; bahsettiğim güç asimetrisi budur. 

Asistanların hocalara karşı en büyük güçleri emekleridir aslında. Hocaların pek kıymetli -iktisaden- hastalarımnın her türlü kaprisini çeken de, her işini yapan da asistanlardır ama grev yapma hakları olmadığından bu güç onlar için bir pazarlık kozuna dönüşemez, oyuna bir parça denge gelmesinde hiçbir rolü yoktur. Böyle olunca asistan milletinin elinde ifşaat dışında yol kalmaz. 

İfşaat yolunu ise tercih edecek asistan bulamazsınız çünkü herkesin bildiği sırları faş etmek "cüret"ini gösterecek asistanın başına neler geleceğini herkes bilir. Her şeye rağmen buna kalkışacak bir delibaş bulursanız, en kısa zamanda camiadan dışlanacağını görürsünüz. Burada sallanan en büyük sopa "kadro"dur. Akademimizde başka yerlerde yetişmiş adamları kadroya katıp bilgi-birikim-teknoloji transfer etme alışkanlığı yoktur ve herkes kendi bölümünden yetişmiş adamlara kadro verir. Liyakata dayalı olmayan bu adam seçme sisteminde birkaç aday içinde en şanslı olan, en baştan beri en çok susma becerisini göstermiş olan olabilir. Konuşmayı tercih edenin ise hiç şansı olmaz.

Böylece kendini besleyen bir pislik çukuru oluşmuş olur. Yaptıklarının yanlış olduğunu bal gibi bilseler de bu açıkça söylenince, söylenene değil söyleyene dikkat kesilen; söyleyeni doğduğuna pişman etmeye uğraşan adamlar bundan rahatsızlık duymayan ve oyunu onlarla birlikte oynamaya en baştan gönüllü adamları sisteme dahil ederek değişim ümidini en baştan hadım ediverirler. Sen, ben, bizim oğlan; güzelce geçinir giderler. 

El altından yürütülen pislikleri açığa çıkarmaya uğraşan içeriden muhbirlerin (whistleblowers) nasıl korunacağı dünya çapında tartışılan bir meseledir. Özellikle büyük tazminatlarla sonuçlanan tütün ya da ilaç şirketleriyle ilgili davalarda ya da hükümetlerin pis işleri söz konusu olduğunda böyle bir adam genellikle mevcuttur ve genellikle başı belaya girer. Türk akademisi bugün içinde debelendiği vasatlık çukurundan çıkmak istiyorsa kurumların ya da kişilerin yanlışlarını ortaya koyma ihtimali olan böyle kişileri korumanın bir yolunu bulmak, eleştiriye açıklığı kurumsal kültürün bir parçası haline getirmek zorundadır. Vakıf üniversiteleri neyse ama bütçesi bizim cebimizden çıkan vergilerle sağlanan devlet üniversitelerinden "hocasının asistanı al gülüm ver gülümcülüğü"nden vazgeçmelerini, eleştiriye açık olmalarını ve kendilerine çekidüzen vermelerini beklemeye hakkımız var.


Not: Bu yazıya "akademide yer alan herkesi hakikat karşısında susan hoca yalakaları gibi gösteriyorsun" diye itiraz edeceklere cevabım, öyle bir amacım olmadığıdır. Bunun aksi insanlar olmasa zaten bügün elimizde olandan da beter bir akademiyle karşı karşıya olurduk ama maalesef halihazırda hocasıyla, asistanıyla bahsettiğim tipolojinin türk üniversite hayatında oldukça önemli bir yer kapladığı da bir gerçektir, benim dikkat çekmek istediğim nokta da budur.


7 Ekim 2010 Perşembe

Esinlenmeler

Ankara Devlet Opera ve Balesi bu sene programına Tosca'yı almış, havalı da bir afiş yapmışlar:



Afişi görür görmez aklıma Dan Brown - Melekler ve Şeytanlar'ın İspanyolca baskısının kapağı geldi, o da şöyle bir şey:





Anladık, heykel meşhur da, seçilen renk tonlarındaki benzerlik biraz fazla değil mi? Esinlenme olmuş galiba biraz...

Neyse, siz yine de bugün sona ermeden bir fırsatını bulup  "E lucevan le stelle"yi dinlemeyi ihmal etmeyin, gününüz güzelleşsin.

4 Ekim 2010 Pazartesi

2010 Tıp Nobeli - Kısım II

Sanırım bugün Nobel'de yapılan politik manevraya dair yazdıklarım başkalarının da aklına gelmiş. Science dergisinin blogu ScienceInsider'da Robert G. Edwards'ın Nobel'e giden yolunu güzelce özetleyen bir yazı yayınlandı bugün (burada). Yazının sondan bir önceki paragrafı ilgimi çeken  bölüm oldu.


"Edwards's work also made it possible for researchers to ultimately derive human embryonic stem cells, Pedersen says: "That was part of his original vision." However, Karolinska Institute cell biologist and Nobel Assembly member Christer Höög—who also wrote a paper describing why Edwards deserved a Nobel—said in an official interview after the announcement that the prize was not intended to make a statement about stem cell research. "This award is only for the core technology" of IVF, he said."


Akademi'nin bir üyesinin "bu işi kök hücrelerle karıştırmayın" mealinde bir açıklama yapma zorunluluğu hissetmesi beni yanılmadığıma biraz daha emin olmaya götürdü. Neyse, anlamış olduk ki politik bir sıkıntı var ve ortam şimdilik müsait değil, birkaç seneye kadar (sular biraz durulduktan sonra) başta Shinya Yamanaka olmak üzere kök hücrecilere de Nobel gelecek.



2010 Tıp Nobeli: Ne şiş yandı, ne kebap

İsveç Bilimler Akademisi, Fizyoloji ya da Tıp dalında 2010 Nobel Ödülü'nü İngiliz bilimadamı Robert Geoffrey Edwards'a verdi ve çok ustaca bir politik hamleye daha imza atmış oldu. Edwards, in vitro fertilizasyon (ya da daha yaygın adıyla suni döllenme, tüp bebek) araştırmalarının öncülerinden. Bu işin temellerini laboratuvarda atmış, daha sonra kliniğe taşınmasına ön ayak olmuş bir isim. Tekniğin artık yerleşik bir metot haline geldiği, ilk tüp bebeğin doğduğu 1978'den bu  yana 4 milyondan fazla kişinin bu metotla dünyaya geldiği düşünülürse ödülün zamanlaması bana dikkat çekici geliyor. Edwards'a ve suni döllenmeye bu ödülün verilmesi belki de çok geç kalmış bir şey. Suni döllenmeyle ilk bebeğin dünyaya geldiği 1978'de henüz mümkün olduğu bile bilinmeyen RNA-interference'a iki sene önce ödül veren komite bu seneye kadar bekleyip Edwards'a ödülü bu sene verince işimn içinde küçük bir detay daha olduğunu düşünmeden edemiyorum.

Bilimle politikanın keşistiği yerde gerilimin ve tartışmanın olmaması imkansız gibi. Son yıllarda en önemli kavga alanlarından biri kök hücreler oldu. Kök hücrelerin 3 ana tipi elde ediliş yöntemlerine göre ayırt ediliyor: Erişkinlerden elde edilenler, indüklenmiş kök hücreler (farklılaşmış hücrelerde farklılaşma progaramının geriye doğru işletilemesini sağlayan uygulamalarla kök hücre elde etme)  ve insan embriyolarından elde edilen embriyonik kök hücreler. Kavganın büyüğü embriyonik kök hücrelerden çıktı. 

Tüp bebek kliniklerinde çok sayıda embriyo oluşturulur ve bunların birkaç tanesi anneye geri yüklenir. Geri kalanlar dondurulur ya da imha edilir. Embriyonik kök hücreler işte bu yüklenmeyen embriyolardan elde ediliyor. Bu tarz çalışmalara halihazırda en çok para ayıran ülke olan ABD uzun yıllar insan embriyolarının yok edilmesi meselesini kürtaj üzerinden tartışmıştı. Kürtajın yasaklanmasını ve federal bütçeden fon ayırılan sağlık sigortası sistemlerinin kürtaj ücretlerini ödememesini savunan dindar-muhafazakar kesim embriyonik kök hücre çalışmalarına da hızla tepki gösterdi. Bunun sonucu olarak oğul Bush'un başkanlığı döneminde yalnızca o güne kadar onaylanmış olan hücre serileri üzerinde çalışma yapılmasını hükme bağlayan bir karar çıkartıldı. Bilimsel araştırmanın halen en önemli fon sağlayıcılarında biri olan Ulusal Sağlık Enstitiüsü'nün (NIH) fonlarının "insan embriyolarının yok edildiği" herhangi bir araştırma için kullanılamayacağını söyleyen Dickey-Wicker ek maddesi de  bütçeye eklenmeye başlandı ve o zamandan beri tüm bütçe kanunlarında yer almaya devam ediyor (aslında madde tüm federal fonları kapsıyor, NIH dışında kurumları da bağlıyor).

Muhafazakarlar iktidarı kaybedip Obama başa geçince rüzgar yön değiştirdi. Obama yönetimi yeni hücre serilerinin üretimi ve lisanslanmasına yeşil ışık yakınca NIH'ye bu konuda bolca başvuru yapıldı. Aynı zamanda federal bütçeden, embriyonik kök hücre araştırmaları için NIH eliyle bol miktarda para dağıtılması planlandı. Pek çok laboratuvar birkaç yıla yayılacak kapsamlı araştırmalar için başvuruda bulundu, bunların bir kısmı kabul edildi ve şu ana kadar milyonlarca dolar dağıtıldı, bir çok başvuru ise onay öncesi gözden geçirme döneminde.

Muhafazakarların bunlara kayıtsız kalması beklenmezdi ve onlar da kendilerinden bekleneni yapmakta gecikmediler. Yok edilen embriyolar adına açtıkları dava ortada davacı olmadığı için reddedildi ama bu davaya katılan iki araştırmacının durumu bütün davayı değiştirdi. Erişkin kök hücreleriyle çalışan bu araştırmacılar kanuna aykırı olarak embriyonik hücrelere para aktarılınca kendi araştırmalarına aktarılacak paranın azalacığını ve haksız rekabete bağlı olarak kişisel kayıplarının olduğunu söyleyince dava başvuruları kabul edildi. İki ay kadar önce hakim kararını verdi. O güne kadar kök hücre araştırmaları embriyoların yok edilmesinden ayrı kabul ediliyordu çünkü bir laboratuvarda bu işlem yapılıp standart hücre serileri oluşturuluyor, başka laboratuvarlardaki araştırmacılar bu serileri kullanarak , kendileri embriyo yok etmeksizin deney yapıyor ve dolayısıyla Dickey-Wicker'ı çiğnememiş kabul ediliyordu. Oysa yeni davada hakim bunların birbirinden ayrı ele alınamayacağına hükmederek bu tarz araştırmalara federal bütçeden para aktarılmasına derhal son verilmesine hükmetti. NIH kampüsündeki araştırmalar ise derhal durduruldu. Sonrasında yapılan itiraz sonucu  mahkeme nihai kararını verene kadar fonların dağıtılmasına devam edilmesine karar verildi, şimdilik paralar laboratuvarlara verilmeye devam ediyor. Son iki ay bu konuda şiddetli tartışmalarla geçti, nihai sonuç hala belli değil.

Nobel kurulu işte tam da böyle bir gündemin olduğu bir dönemde karar verdi ve bunu belli şeyleri yapmaya mecbur kalan ama buna itiraz edeceğini bildiği tabanına da küçük ödünler vermekten geri kalmayan siyasetçi zekasıyla yaptı.. Bu ödülü alanların sonradan genellikle Nobel'i de aldığı bilinen Lasker ödülü de bu sene indüklenmiş kök hücreler alanındaki en önemli araştırmacı olan Shinya Yamanaka'ya verilince pek çok kişi bir kök hücre nobeli beklemeye başladı (bu sene Nobel'i alan Edwards, Lasker'i 2001 yılında almıştı). Akademi ise böylesine sıkıntılı bir dönemde kök hücrecilere ödül vererek, embriyonik kök hücrecilere açıktan destek vermiş olmak riskini göze almadı ama bu araştırmaların yolunu açan suni döllenme tekniklerine ödül verdi, bir anlamda birkaç yıla kadar kök hücreye de ödül geleceği mesajını da vermiş, tabanı rahatlatmış oldu. 

Geçen sene aynı anda iki ülkede savaşan bir ülkenin başkanına Nobel Barış Ödülü verilmişti, Boris Pasternak'ın Nobel Edebiyat Ödülü de bana kalırsa buram buram politika kokar. Politikanın yalnızca barış ve edebiyat ödüllerinde değil, bilim ödüllerinde de rolü olduğu bir kez daha görmüş olduk.

Robert Geoffrey Edwards'a pek çok ailenin mutluluğuna olan katkılarından dolayı teşekkür ederek ve kendisini tebrik ederek bitirmeli yazıyı. Ne olursa olsun, günün adamı o.

3 Ekim 2010 Pazar

Neyin yılı?

Porcupine Tree'nin "Time Flies" isimli şarkısı şöyle başlar:


I was born in '67
The year of Sgt. Pepper
And Are You Experienced

Talihli bir yılda doğmuş arkadaş. Beatles hala var ve efsane "Sgt. Pepper's Lonely Hearts Club Band"ini yayınlıyor. Okyanusun öbür yanında elektro gitarın tarihini değiştiren abimiz Jimi Hendrix "Are You Experienced"ı yayınlamış. Biraz daha genişletmek istersek Janis Joplin'in "Big Brother and the Holding Company"sini de biz ekleyebiliriz.

Şarkıyı her dinleyişimde sormadan edemiyorum, ben neyle tanımlayabilirim doğum yılımı diye. Pink Floyd'un Wall'u bir yıl önce, 1979'da. Benim kuşağın ergenliğinde rolü büyük olan Bülent Ortaçgil'in "Benimle Oynar Mısın"ı çıkalı 6 yıl olmuş. Daha beteri tam da benim doğumgünüm olan 25 Eylül 1980'de John Bonham ölmüş, Led Zeppelin tarih olmuş. Yerlilerdense aklıma gelen referans yok. Ne yapayım yani, kendi şarkımı

1980'de doğdum
12 Eylül'ün yılı
ve Kenan Evren'in

diye mi söyleyeyim?

Bir kuşağın kolektif hafızasında müziğin rolünü küçümseyemeyiz sanırım. Böyle bakınca benim kuşağım biraz talihsiz başlamış hayata.

1 Ekim 2010 Cuma

Başkan yine konuştu

YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan Atatürk Üniversitesi'nin 2009-2010 akademik yılı açılış töreninde "Aşı konusu tartışılıyor ama üniversitelerimizden ses çıkmıyor. Üniversitelerimiz ne aşı üretimine, ne ilaç üretimine, ne de tıbbi cihaz üretimini yardımcı olmuyorlar." demişti, ben de bunun üzerine başkanın yanıldığına dair bir yazı yazmıştım.

NTV'nin haberine göre yeni bir açıklamasında Özcan, aşıyla ilgili fikirlerini tekrarlamakla yetinmeyip şunları da söylemiş:

"Ülkemizde yetiştirilen domates ve buğdayın tohumlarının büyük bir kısmı, yerli tohumumuz olmadığı için Amerika ve İsrail'den geliyor. Bir Türk aydını olarak bazen gerçekten kendimi çok küçük hissediyorum. Yani biz ihtiyacımız olan domates tohumunu bu ülkede üretemez miyiz? Evvelden atalarımız bu tohumları kendileri üretip, yıllarca bu üretimin devamını sağlamışlar. Biz niye yapmıyoruz? Tohumculukla ilgili bir araştırma enstitümüz olsa, buna birkaç üniversitemiz öncülük etse fena mı olur? Sonunun ne olacağı da belli değil. Bu domates tohumunu alıyorsunuz, artık genetik programlama diye bir şey var, içine bir genetik mekanizma yerleştirirler. Hiç bilmediğimiz hastalıklara kapılabiliriz. Böyle şeylerle, zamanla bir milleti yok edebilirsiniz. Öyle bir şeyler yerleştirirler ki 20 yıl içerisinde o tohumdan yiyen insanlar ölür. Öyle tehlikeler de var. Sadece 'aman paramız dışarı gidiyor' endişesiyle söylemiyorum. Üniversitelerimizin bu konularda bize yardım etmesini istiyoruz.''

Kendi tohumumuzu yetiştirmeye, hatta bunu pazarlayıp teknoloji pazarlayan gelişmiş ülke konumuna küçük çaplı bir sıçrama yapmaya hiç itirazım  olmaz ama geride kalan 30-40 yılda ziraat fakültelerini ve ziraat mühendisliğini bugün içinde olduğu duruma düşüren bir ülkede o işin olurluğu da aklıma pek yatmaz. Asıl olarak açıklamanın "Sonunun ne olacağı da belli değil. Bu domates tohumunu alıyorsunuz, artık genetik programlama diye bir şey var, içine bir genetik mekanizma yerleştirirler. Hiç bilmediğimiz hastalıklara kapılabiliriz. Böyle şeylerle, zamanla bir milleti yok edebilirsiniz. Öyle bir şeyler yerleştirirler ki 20 yıl içerisinde o tohumdan yiyen insanlar ölür. Öyle tehlikeler de var." kısmına sonuna kadar itirazım var.

Görünen o ki Başkan genetik tedaviler alanının en büyük problemlerinden birinin çözülmüş olduğunu zannediyor.

Kimi hastalıkların yalnızca bir genin bozukluğundan kaynalandığını uzun zamandır biliyoruz. Eğer hasta kişiye, söz konusu genin sağlam versiyonunu vermenin bir yolu bulunabilirse bu tarz hastalıkların iyileştirilmesi sağlanabilecek.Hücre kültürlerinde hücrelere tek tek genleri ya da bir kaç geni bir arada vermenin yolları var. Kendi DNA'sının bir kısmını içine girdiği hücrenin DNA'sına ekleyebilen virüsler var. Hücre kültüründe yapılan bu tarz çalışmalarda da en sık kullanılan yollardan biri bu virüsler. Sıkıntı geni tam olarak nereye yerleştireceklerinin bilinememesi. Dolayısıyla yanlış yere yapılan bir ekleme hücrenin işleyişinde kansere kadar gidebilecek istenmeyen değişikliklere neden olabileceğinden insanlar üzerinde kullanılamayan bir teknoloji bu (henüz geliştirme aşamasında çok kısıtlı uygulamalar mevcut).

Başkanın iddia ettiği şekilde bu işi yapmaksa bambaşka maharet. O gen önce yediğimiz domatese yüklenecek, sonra domates hücresinden (ki kendisi biz onu yediğimizde ölüdür) bizim hücrelerimize onu aktaracak olan aracı (herhalde bir virüs olacak bu yine) hücreyi ne zaman terk etmesi gerektiğini fark edip dışarı çıkacak, mide-barsak duvarını geçip kana karışacak (bu arada mide asidi ve enzimler tarafından yok edilmeyecek), hedef aldığı hücreye ulaşacak ve içine girip hedeflenen melun etkisini gösterecek. Benim bildiğim kadarıyla böyle bir mekanizma yok.

Bilgiden çok komplo teorisine inanan bir millet olduğumuzdan "o teknoloji aslında var, gizliyorlar" diyenler çıkacaktır. Böyle bir teknolojinin kullanılmasıyla geliştirilecek tedavilerin getireceği yıllık kazanç on milyarlarca dolar düzeyinde olur, şu anda piyasanın en iyi kazanan ilaçlarını bile sollama şansı bulur. Hiçbir devlet ya da şirket böylesine büyük bir gelir kaynağını kullanmazlık etmez. Böyle bir teknoloji var olsaydı, inanın haberimiz olurdu.

Dolayısıyla Başkan yanılıyor. Söylediği şey imkansız. Bu iki oldu, Sayın Özcan aynı hatayı yapıyor: Kendi uzmanlık alanı olmayan bir alanda, sansasyonel ama gerçek dünyanın hakikatleriyle ilgisi olmayan, kendisini cahil gösteren, oturduğu koltuk nedeniyle başında bulunduğu kurumun prestijini de zedeleyen açıklamalara imza atıyor. Ya buna bir son vermeli ya da kendine biyolojik bilimler alanına hakim danışmanlar bulup, onlar tarafından bilgilendirdikten sonra açıklama yapmalı.

Beğendiyseniz paylaşabilirsiniz, maksat söz yayılsın.