21 Eylül 2011 Çarşamba

Kısa kısa - II

Şu veya bu zamanda, orada-burada yazdığım kısa yazılar ve okuyup, beğenip not aldığım şeylerden oluşan bir yazı olacak bu. Yanımdan ayırmadığım kara kaplı küçük defterim bunlarla dolardı eskiden, şimdi Evernote'da biriktirip buraya yazıyorum. Devir değişti, e tabii Çelik de değişti...  


1)
TRT Haber'deki spiker " Almanya, takımlarının altyapılarında yetiştirdiği futbolcularımızla başarıdan başarıya koşuyor" dedi. Bizim futbolcularımız değil onlar, Almanya'nın vatandaşları. Orada doğmuş, burada bulamayacakları altyapı imkanları sayesinde yetişmiş, Alman milli takımını izlerken heyecanlanarak büyümüş, taşıdığı genetik materyalden gayrısı Alman olan gençler (kimisinde genetik materyalin bile yarısı Alman). Mesut Özil örneğinden de anlaşılabileceği üzere giderek daha çoğu da bizim milli takımımızı değil Almanya takımını tercih edecek (yalnızca normal olan değil, onlar için iyi ve doğru olan da  bu bana sorarsanız). 
Resmi kanalı bu dille konuşan ülkenin yetkilileri, Almanlar "entegresyon başarılı olmadı" deyince kızmasın, pek de yardımcı olmadığımızı kullandığımız dil ele veriyor.

 2)
Yüzüklerin Efendisi'nde Angmar'ın Cadı Kralı bir Morgul bıçağıyla Frodo'yu yaralar; Frodo bu yara nedeniyle ölümden döner, yaşar ama o yara  ömür boyu ara ara sızlamaya devam eder. Ne zaman bir filmde, dizide, kitapta uzanıp aşık olduğu kıza dokunamayan bir delikanlı olsa, öyle bir his hasıl oluyor bende. İlk gençliğin üzerinden çok zaman ve çok mutluluk geçmiş yaraları sızlıyor.

3)
Bir yazarın büyüklüğünü değerlendirmek için okuyucularının düşünce evrenine (genişliğine ve içeriğine) ve üslubuna etkisini kriter alacak olursak yaşayan en büyük yazar ve şairlerimiz Cezmi Ersöz ve İbrahim Sadri oluyor galiba. Her türlü sosyal medya ve internet sözlüğünü esir almış olan "aşk üzerine pek anlamlı görünen, derinmiş gibi yapan sözler söyleme hastalığı" bu iki ustanın ellerinde hayat bulan sözlerin bir kuşağın dimağında yarattığı kalıcı hasarın büyüklüğü ve yaygınlığınının delili adeta.

4)
Ülkemizin bir türlü soğuyamayan sıcak gündeminin yeni maddelerinden biri Akdeniz'de petrol ve doğalgaz arama çalışmaları. Politik açıdan bulunacak çözüm ne olur, paylaşım nasıl yapılır kestirmek güç ama Türkiye bu işi yapacaksa Kıbrıs'la Güney sahillerimiz arasında kalan bölgede yapacak gibi görünüyor. Bu meseleye dair aklıma takılan ise geçen sene Meksika Körfezi'nde meydana gelene benzer bir kaza olasılığı. O bölgede bir petrol platformunda meydana gelecek bir kazanın ardından Güney sahillerimizi sızıntı kaynaklı petrolden korumak neredeyse imkansız. Göksu deltasındaki kuş cenneti ölür, plajlar ve turizm en az bir iki sene biter. Turizmi yeniden ayağa kaldırmak için yapılacak temizleme çalışmalarının maliyetini ise hesaplamak güç ama küçük olmayacağı muhakkak; buna kaçan turistlerin endişelerini gidermek ve onları geri getirmek üzere yapılacak yoğun bir reklam ve halkla ilişkiler kampanyasının masraflarını da eklemek gerek. Platformu işleten şirket sahillerdeki otel ve balıkçılara tazminat ödemek zorunda kalabilir, komşu ülkelerin sahillerinin göreceği hasara yönelik tazminat da bu masraflara eklenir; BP'nin bile canını sıkan bu masraf bizimkilerin belini epeyce bükebilir.
İşletilmeye değer büyüklükte ve kalitede bir rezerv bulunursa bütün bu riskler yok sayılarak işletilmeye başlanacağı muhakkak, malum, enerji konusunda dışa bağımlılığı azaltma gayretindeyiz (!). Ben rezervin fizibilitesi degerlendirilirken yukarıdaki risklerin de değerlendirilmesini daha akıllıca buluyorum. Bir kaza olursa sahillerimizin başına gelenler biyolojiyi yeterince bilmeyen ve doğayı para kadar önemsemeyen bu ülkede kimsenin umurunda olmayacak biliyorum ama bari anladıkları dilde söyleneni düşünseler: 
İki damla petrol için önemli döviz kaynaklarimizdan olan turizm gelirinden olmak oldukça aptalca olacaktır. 


5)

Müesses nizamdan rahatsız olduğu ve değişim arzusu taşıdığı iddia edilen bir halkın yarısı, bizzat genel başkanı tarafından muhafazakar olduğu beyan edilen bir partiye oy veriyor ve o parti değişimin lokomotifi olarak kutsanıyor; ya muhafazakârlığın tanımı değişti ya da bu işte bir terslik var. Neyi muhafaza edeceksiniz, neyi değiştiereceksiniz anlatsanız da öğrensek.
 
Gelelim alıntılara...
İlki Paul Krugman'ın yazılarında zaman zaman yer verdiği bir paragraf. Sinan Çetin'e selam ederek paylaşmak isterim:

There’s an age when boys read one of two books. Either they read Ayn Rand or they read Tolkien’s Lord of the Rings. One of these books leaves you with no grasp on reality and a deeply warped sense of fantasy in place of real life. The other one is about hobbits and orcs.

Beceriksizce bir çevirisini yapacak olursam şöyle olur galiba:
Erkek çocukların iki kitaptan birini okuduğu bir yaş vardır. Ya Ayn Rand okurlar ya da Tolkien'in Yüzüklerin Efendisi'ni. Bu kitaplardan biri gerçekliğe dair tüm anlayışınızı yok eder ve sizi gerçek hayat yerine oldukça çarpık bir fantezi hissine gömülmüş halde bırakır. Diğeri orklar ve hobbitler hakkındadır


Diğeri de severek takip ettiğim Meren'in Fotoğraf Günlüğü isimli blogdan, altına imzamı atarım deyibileceğim ifadeler:

Fırsattan istifade, bu hayatta konvansiyonel anlamda hiçbir motivasyonum olmadığını itiraf etmeliyim. Çoğu zaman bir şeyleri para için yapmaya tenezzül etmeyecek kadar önemli, insanlık için yapmaya kalkışmayacak kadar önemsiz hissediyorum (muhtemelen ikisi de pek sağlıklı değil, ama sağlık olsun). Bu hislerin kökleri belki de artık iyice silikleşmeye başlamış olan çocukluk yıllarıma kadar gidiyordur, bilemiyorum.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Beğendiyseniz paylaşabilirsiniz, maksat söz yayılsın.