29 Ağustos 2010 Pazar

Akacak Mecra Bulamamak: Belediye ve Üniversite

Doğanın basit gerçeklerine kulak tıkarsanız gün gelir onlar sizi bulur. Siz suya akacak mecra bırakmaz, her yeri yol-köprü-bina ile doldurursanız o su gün gelir yolunu onların üzerinden geçe geçe bulur. Türk belediyeciliği suya akacak mecra bırakmamakla maluldür.

Aynı arıza üniversitelerde de başka şekilde tezahür eder. Her fırsatta belediyecileri eleştirme fırsatını kaçırmayan akademisyenlerimizin yuvası üniversite, kendi selinin patlayacağı ana mani olmanın yollarını geliştirmez. 

Üniversitelerimiz temelde araştırma kurumu olmak yerine eğitim kurumu olmayı tercih ettiklerinden en önemli hizmet alıcı öğrenciler ve asistanlardır. Bu sıfatla her türlü eksikliği ve yanlışlığı yaşayarak tespit etme imkanı bulan bu kitleye, bu rahatsızlığını dile getirme yolları açılmaz. Sonra gün gelir, bu gençler patlar.

İki örnek vereyim:

1) Kasım 2009'da Hacettepe Üniversitesi "Nasıl Bir Üniversite?" başlıklı bir sempozyum düzenledi, asistanlar ve doktora öğrencileri adına da ben konuştum. Asistanlığımı bitirmek üzere olduğum günlere denk gelen konuşmada geride kalan 4.5 yılda gördüğüm ve beni rahatsız eden pek çok şeye, açıksözlü olmaktan çekinmeyen bir dille değindiğim bir konuşma yaptım. O zaman asistanlık yaptığım bölümden hiçbir hoca toplantıya katılmadığından başlangıçta pek bir tepki almadım. Yaklaşık bir ay sonra konuşmanın videosu internete konunca kıyamet koptu. Bölümün hocaları eleştirileri kendi üzerlerine alıp oldukça sinirlendiler, öyle ki ben artık uzmanlığımı aldığım bölüme gidemez haldeyim desem yeridir. 

Asistanlık yaptığım süre boyunca ne bana ne de başka bir arkadaşıma bir kez olsun şikayetlerimizi dile getirme imkanı sunanlar, bu imkanı bulduğumda elimdeki fırsatı değerlendirmeme neden şaşırdılar anlamış değilim. Bu mecrayı kendileri yaratsa istedikleri gibi kol kırılıp yen içinde kalırdı belki. Onların sağlamadığı imkanı başka yerde bulduğumda yaptığımı, ifşaat ve bölümü zor durumda bırakma olarak gördüler. Beklemedikleri anda, onların haberi dahi olmadan sel tepelerine çöküverdi.

2) Haziranın son günü Hacettepe Tıp Fakültesi'nin mezuniyet töreni vardı. Dönem birincisi olan arkadaşımız öyle bir konuşma yaptı ki, o anda karşısında oturan hocaları ve diplomasını almak üzere olduğu okulu yerin dibine soktu. Buna benzer konuşmalar daha önce başka tıp fakültelerinde de yapıldı, hiçbir şey düzeltilmediğinden daha pek çok kez yapılır. Kötü anlatılan derslere, derse gelme zahmetine katlanmayan hocalara maruz kalan bu çocuklara bu dertlerini anlatma imkanı sunmayan ve artık müzminleşmiş bu sorunlara çözüm bulmaya gayret etmeyen hocalar öfkelenerek de olsa bu zehir zemberek konuşmayı dinlemek zorunda kaldılar. 6 yıl boyunca birikmesine kayıtsız kaldıkları sel bir anda tepelerine boşaldı.

Artık bu basit problemleri aşması gerek bu ülkenin. Suyun da, insanların da akacak mecraya ihtiyacı var. Bunu göz ardı edince felaket kaçınılmaz oluyor; belediyeyle üniversite arasında da fark kalmıyor.  

28 Ağustos 2010 Cumartesi

Ne güzel şey eşitlik...

Çocuklar Duymasın geri döndü, onunla beraber "cüce komedisi" olarak adlandırabileceğimiz rezillik de. Her türlü ayrımcılığa son verme, azınlıkların haklarını koruma meselesine etnik ve cinsel ayrımcılığın ötesinde bakabilsek bu rezillik prime-time'da, memleketin en çok izlenen dizilerinden birinde yer bulamazdı (daha o bahsettiklerini halledemedik, sıra cücelere mi geldi diyebilirsiniz ama bu meseleler birbirine bağlıdır bence).

Kanun açısından bakarsanız hiçbir kusur yok işte. Bir senaryo yazılmış, rollerden biri için cüce bir vatandaşa ihtiyaç var, istekli bir arkadaşla tarafların karşılıklı bilinçli onayıyla bir iş akdi imzalanmış, alan razı, satan razı. Bize karışmak düşmez, öyle mi acaba?

2 yıl kadar önce BBC'de yayınlanan bir belgeselde aktarılan bir olayı anlatayım, hep beraber karar verelim. Programın konuğu finans sektörünün patlama yaptığı dönemde bu işin göbeğinde olan, yüzbinlerce dolar kazanan geç adamlardan biri. Sonrasında yaptığı kimi hatalar nedeniyle hapse giren adamımız pişmanlıkları üzerine bir kitap yazar ve belgesele konuk olur. Anlattığı olaylardan biri inanılmaz. Çok stresli bir iş yapan bu arkadaşlar bir saatlik öğle tatilleri için bir cüceyle saati 5000 dolara anlaşırlar, cüce vücudunu koruyacak giysilere bürünüp gelir ve adamlarımız onu bir topu fırlatır gibi birbirlerine atıp tutarak eğlenirler (midget tossing diyordu arkadaş buna).

Kanunen baktığımızda aynı durum söz konusu. Bir yetişkin saati 5000 dolar gibi müthiş bir ücretle çalışmak üzere bir anlaşma imzalıyor, özgür iradesiyle. Kanunen her şey iyi de ahlaken insanın midesini bulandıran bir şey yok mu burada?  Bedensel olarak diğerlerinden farklı olan bir insan, bunu eğlence unsuru olarak gören bir kısım adamların insandan yapılmış topu olarak çalıştırılıyor. Özü itibariyle bakıldığında Çocuklar Duymasın'ın yaptığı bundan farksız.

Kapitalizmin pisliği burada da kendini ele veriyor. Teorik olarak hepimiz özgür yetişkinleriz, özgür irademizle istediğimizi tercih eder, istediğimiz işi yaparız. Özgür iradesiyle striptizcilik, fahişelik yapanlar da böyle, kendini kucaktan kucağa attıran cüceler de. Yeter ki bizim gibi eşit ama bizden biraz daha fazla parası olan insanlar uygun bir ücretle bu hizmeti satın almaya razı olsunlar, iş akdi yapılsın, anlaşır gideriz. Kimse kimseyi suistimal etmiş kabul edilemez.

Ne güzel şey eşitlik...

27 Ağustos 2010 Cuma

Hepimiz Burhan Altıntop'uz!

Hepimiz Burhan Altıntop'uz! Slogan olsun diye değil, gerçekten.

Gelin bir kısa özgeçmiş şablonu yaratalım:

19.. yılında x ilinde dünyaya geldi (doğum tarihi 1965-1985 arasında olsun; x, İstanbul-Ankara-İzmir dışındaki illerimizden biri olacak). İlk ve orta öğrenimini burada tamamladıktan sonra y üniversitesi z fakültesinden başarıyla mezun oldu (y, bir önceki parantezde buralar olmaz dediğimiz illerimizdeki büyük ve saygın üniversitelerimizden biri; z ise mühendislik, işletme, iktisat, tıp olsun). Şu anda hh şirketinde gg müdürü olarak çalışmakta olan jjj, ingilizce bilmektedir.

Türkiye'de ne kadar çok insanın özgeçmişi bu basit şablonla özetlenebiliyor farkında mısınız? Taşra esnafı, biraz parası olan köylü veya memur-işçi anne babalardan, taşrada doğmuş; oradaki okullarda çok başarılı olmuş, sınıflarında hep parmakla gösterilmiş; sonra iyi bir geleceği olur ümidiyle memleketin en iyi üniversitelerinde bin bir güçlükle okumuş-okutulmuş; en sonunda bir şirkete müdür olmuş çocuklar. Gidin bakın, şirketler, sokaklar onlarla dolu.

Her ne kadar beyaz türkler arasında ve onlara benzer şekilde yaşamaya çalışsalar da mazileri buna izin vermeyen bu insanlara "kırık beyaz türkler" demeyi tercih ediyorum. Ne demiş adam "you can take the boy out of the cult, but you can not take the cult out of the boy", Türkçeye ve Türkiye'ye uyarlarsak "varoştan adam çıkar ama varoş adamdan çıkmaz". Çocukluklarının alışkanlıkları ve o mazinin etkisinde oluşan zevkleri, üsluplarına sinmiş bir şekilde bu insanlarla hep yaşayacak. Çoğu kez ailelerinin, köyle hiç bağı olmamış, yalnızca şehir hayatı içinde yaşamış ilk kuşağı olan bu çocuklar her yerde.

İçlerinden biri ise bir kaç yıl boyunca televizyon aracılığıyla evlerimize konuk oldu. Avrupa Yakası'nın Burhan Altıntop'u bu şablonun aşırı maskaralaştırılmış bir parodisi değil miydi? Jenerikte "ben de üniversite okudum, ben de Nişantaşı çocuğuyum" diye bağırıyordu Burhan, öyle değil mi? Koleje gidip ilkokul günlerinden itibaren öğrenmediği için her daim bozuk olmaya mahkum İngilizcesi, çocukluğunda etrafında saygıdeğer bulduğu amcaların elinde gördüğü için ciddi adamların vazgeçilmez aksesuarı zannettiği elinden düşmeyen komik çantası, caz konserine de gitse düğünde el çırpan adam modundan çıkamayışı, ne zaman Aslılarla takılsa ayak uyduramamaktan doğan komik halleriyle Burhan.

Karşısında ise kimbilir kaç kuşaktır İstanbullu, aileden burjuva, onu horgörmeye programlı Aslı; yani taklidi değil aslı, kırığı değil kar beyazı olarak "Beyaz Türk".

Gülse Birsel, Kırık Beyaz Türklere karşı içindeki sınıfsal öfkeyi Burhan üzerinden üstümüze kusarken o diziyi en çok izleyenlerin, bunlara en çok gülenlerin Kırık Beyaz Türkler olması da ayrı bir şakaydı adeta; elbette bu kitle yapılanı anlayamayacak, hatta alkışlayacak kadar kültürsüz, cahil ve aptal olacaktı, değil mi? Aileden burjuva kızımız, Selin karakteri üzerinden de hayatı boyunca maruz kalmak zorunda kaldığı sonradan görme zenginlerle dalgasını geçiyordu.

Daha da beteri Gülse Hanım bizi bize satarak para kazanırken Türkiye'nin en modern, en iyi, en akıllı komedilerinden birini yapıyor olmakla taltif ediliyordu basının büyük kısmı tarafından. O zaman insan sormak istiyor:

Gülse Birsel, kafasındaki Burhanlara Burhan Altıntop'u satıp para kazanırken (sınıfsal öfkesini boşaltmanın rahatlatıcı etkisinin yanında elbette) iyi ve zekice de, Şahan Gökbakar Recep İvediklere Recep'i satarken niye tu kaka?


26 Ağustos 2010 Perşembe

Kanun varsa eşit uygulansın

Madem zorunlu hizmet meselesine girdim, aklıma takılan bir başka noktayı daha dile getirmek isterim.
Bildiğim kadarıyla kanun yazmak ve uygulamak keyfi bir iş değildir, akılcı sebeplere dayanması gerekir. Bu durumda devletin doktorların diplomalarına el koyup, onları zorla bir yerlere göndermesinin bir sebebi olmalı. Aklıma gelen ilk sebep belli bölgelerde birim nüfus başına düşen doktor sayısının azlığı olabilir, bunu artırmak amacıyla devlet oraya doktorları zorla gönderiyor olabilir. Böylesi bir uygulmanın itiraz edilecek bir kaç yönü kendini hemen ele veriyor:

1) Gerçek bir demokraside belli bir gruba fayda sağlamak adına başka bir grup mağdur edilemez. Devlet kamu yararını gözetmelidir ama bunu kamunun küçük de olsa bir kısmını mağdur ederek gerçekleştiremez. Daha önceki yazıda da belirttiğim gibi devlet personel rejimini buna göre planlayarak, kendisi için çalışmak isteyen doktorları öncelikle ihtiyaç duyulduğunu tespit ettiği bölgelerde çalışmaya yönlendirebilir ancak sağlık hizmetinin iyileştirilmesi adına insanları diplomalarına el koyarak orada çalışmaya mecbur edemez.

2) Böyle bir uygulmanın planlamasının yapılabilmesi için ihtiyacın nerede olduğunun belirlenmesi, uygulama yürütülürken ihtiyacı olan bölgelerde değişiklik olup olmadığının kontrol edilmesi gerekir. Bu açıdan kullanabileceğimiz en kaba ama en kolay elde edilebilir ölçüt birim nüfus başına doktor sayısıdır. Atamaları planlarken 100.000 kişi başına doktor sayısı en az olan bölgelerden başlarsınız. Zaman içinde yapılan atamalarla böyle bölgeler lehine bir sapma olacağından oranlar değişecektir. Her yıl nüfus ve doktor sayısı tekrar hesaplanarak, atamalarda öncelik verilmesi gereken iller yeniden belirlenmelidir. Şu anki uygulama pek böyle değil. İş öyle bir hal aldı ki zorunlu hizmetle pek çok doktorun gönderildiği Doğu-Güneydoğu Anadolu'daki kimi şehirlerde 100.000 kişi başına düşen doktor sayısı büyükşehirlerdekinden fazla ama atamalarda buna göre yeniden planlama yapılmıyor. Gerekçe sağlık hizmetini herkes eşit ulaştırmak idiyse artık bu ilkeye uyulmadığı, belli bölgeler lehine bir hata yapıldığı, dolayısıyla belli bölgelerdeki vatandaşa hizmet götürmek adına artık yalnızca doktorların değil, kendilerine yeterince doktor gönderilmeyen diğer başka bölgelerdeki vatandaşların da mağdur edildiği söylenebilir.(bu konuyla ilgili Sağlık Bakanlığı'nın verilerine ulaşabildiğimde daha net bilgi vereceğim)

3) Bu uygulamanın bize gösterdiği devletin sözkonusu sağlık olunca kanun yapma yetkisini kamu yararı adına sağlık çalışanlarını haklarından mahrum etmek pahasına kullanabildiğini bize gösteriyor, haklılığına inanmasam da bakanlığın bunun için bir gerekçesiolsa gerek. Öyleyse bu hak vatandaşın her türlü sağlık ihtiyacının giderilmesi için kullanılmalı. Doktorlar için sorduğumuz soruları diğer sağlık çalışanları için de soralım:
-Türkiye'nin farklı yerlerinde 100.000 nüfus başına düşen ebe, hemşire, eczacı, sağlık teknisyeni sayısı nedir?
-Bu sayılar yurt çapında homojen bir dağılım mı göstermektedir, yoksa bazı bölgelerde eksiklikler mi vardır?
-Devlet bu eksiklikleri gidermek adına bu meslek grupları için zorunlu hizmet uygulamasını neden başlatmamaktadır?
-Kanun yapma yetkisini doktora ihtiyacı olan vatandaş için kullanan devlet, hemşireye ya da ebeye ihtiyacı olandan bunu esirgediğinde eşitlik ilkesini ihlal ve görevini ihmal etmiş olmuyor mu?
(Aslında aynı şey mühendis, öğretmen, mimar, iktisatçı vb. için de söylenebilir ama o zaman devletin üniversiteden mezun olan her gence iş bulup para vermesi gerekir, biz de bu tarz devletçi uygulamalardan uzaklaşıp, devleti küçülten bir ülke olduğumuz için böyle bir şey yapılamaz, öyle değil mi? Doktorlar müstesna tabi, onlara vurmak serbest)

4) Bir başka haksızlık da devlette kendine kadro bulmak için türlü sınavlardan geçmek zorunda kalan üniversite mezunlarına yapılıyor. Zorunlu hizmet uygulamasıyla tıp fakültesi mezunları, yeterliliklerini sınamak için dahi olsa, hiçbir sınava girmeden devlette kendine iş buluyor (üstelik başbakan ve sağlık bakanını dinleyecek olursak bunlar çok iyi maaşlı işler); dolayısıyla farklı meslek grupları arasında yine ayrımcılık yapılmış, eşitsizlik yaratılmış oluyor.

Bu konuda daha çok konuşulur, şimdilik bu kadar. Hukuk devleti mi demiştiniz? Külahıma anlatın!

Diploma gasp eden hukuk devleti

Her kim ki kapitalizm denen büyük tanrıya inanır onun dilinden eksik olmaz bir laf vardır: serbest teşebbüs hakkı

Yani kişi elindeki yetenek ve imkanları özgürce kullanarak teşebbüste bulunabilmeli, devlet bunu sınırlamamalı. Sermaye sahibine bu hakkı tanıyınca diplomalılara da bir hak tanımak gerekiyor elbette, o da iş seçme özgürlüğü. Türkiye'de bu kendini sosyal güvencesi ve emeklilik hakları olan, düşük ücretli memuriyetle, ne zaman işten atılacağınız bilemediğiniz, güvencelerin savsaklanabileceği ama ücretlerin daha iyi olduğu özel sektör arasında bir tercih olarak anlaşıldı uzun zaman.

Sağlık sektörü uzun zaman bunun dışında kaldı. Özel hastanelerin azlığı, tıp fakültelerindeki kadroların kısıtlılığı (ve kimi zaman da aynı soyadını taşıyanlar tarafından parsellenmesi) diplomayı alan doktorun devletin kapısına gitmesiyle sonuçlandı uzun süre. Sonra işler değişti. Siyasi hesaplar en olmadık yerlere hazırlıksız şekilde tıp fakülteleri kurudurmaya başlayınca buralara hoca lazım oldu, doktorlara yeni bir kapı açıldı. Sermaye birikimini ilerletenler geleneksel ticaretin ötesine bakmaya başlayınca sağlık sektörünün karlılığını keşfettiler, özel hastaneler-poliklinikler patladı. Doktorlara bir iş kapısı daha... Gelişen sağlık sektörü yanında ilaç sektörü, biyomedikal malzeme sektörü vb. gibi belli sayıda doktoru istihdam edecek başka alanları da eskisine nazaran genişletti.

Bugün Türkiye'nin fakülte diplomasını, uzmanlığını yeni almış doktorları Sağlık Bakanlığı'nın kapısına gitmeye mahkum değil, başka alternatifler de var. Serbest teşebbüs hakkı diplomalalılar için bilgilerini-emeklerini istediklerine satma hakkını da garanti alıyor ne de olsa, oh ne güzel, derken...

"O kadar da kolay değil" deyiveriyor Sağlık Bakanlığı. Her fırsatta serbest teşebbüsü yücelten, rekabetin gücüne inanan, işadamlarıyla dünyanın dört yanını gezen hükümet dönüp doktoruna "sen öyle her istediğin işte çalışamazsın, önce bana hizmet edeceksin" diyor.

Kanun maddesi açık: Devlet hizmet yükümlülüğünü yerine getirmeyenler mesleklerini icra edemezler.

Gidip üniversitede çalışmak mı istiyorsun? Diploma bakanlığın elinde, git önce mecburi hizmet yap. Özel hastanede mi çalışmak istiyorsun? Önce kölelik etmezsen diploma yok, diplomasız çalışırken yakalarsam da meslekten ihraç. Hepsinden geçtim, bir küçük muayenehane açayım mı dedin? Diplomanı göster arkadaşım! Yok mu, olmaz tabi, biz ipotekledik çünkü!

Devletin bir personel rejimi olmasına itirazım yok. Ben bir doktor olarak gidip devlet kapısında iş arıyorsam , onun da bana "önce birkaç sene benim belirlediğim, sağlık hizmeti açısından geri kalmış bölgelerde çalışacaksın, sonra tayn isteyebilirsin" deme hakkı var (ki bunun uygulandığı meslekler halihazırda var) ama devlet kanun yapma hakkını suistimal edip, doktorun diplomasına el koyup, "diplomayı almak istiyorsan, zorla seni gönderdiğim yere gidip, benim belirlediğim süre boyunca çalışacaksın" demesi hukukun da devlet ciddiyetinin de katledilmesinden başka bir şey değil.

Eğer bu muhteremler serbest piyasaya söyledikleri kadar inanıyorlar olsalar bunu yapamazlardı. Serbest piyasada şirketler arasında kalifiye eleman için yarış vardır. İyi bir eğitim almış, iyi bir doktoru istihdam edip, ona yüklüce bir maaş verip kendisi de daha fazlasını kazanmak isteyen özel hastane şu andaki uygulamayla doğrudan oyun dışı bırakılmış oluyor, devlet kanun yapma hakkını kullanarak elemanı rekabete gerek kalmadan kendi kadrosuna katıyor. Aynı mağduriyet üniversiteler, ilaç ve biyomedikal malzeme firmaları gibi doktorları istihadam edebilecek diğer kuruluşlar için de geçerli.

Tabi bu arada olan aslında doktora oluyor. Kişinin hangi işte çalışacağına, nerede yaşayacağına özgürce karar verme hakkı evrensel bir haktır, gasp edilemez. Yürürlükteki uygulamayla devlet, belli bir süre için, doktor olan her türk vatandaşının hangi işte çalışıp, nerede yaşayacağına karar vermiş oluyor. Yani en temel insan haklarından birini, kanun yapma yetkisini suistimal ederek, gasp ediyor.

İlginç ebir nokta da hukuk açısından yaşanan garabet. Devletlerin taraf olduğu uluslararası sözleşmeler yerel hukukun üstünde kabul edilir, yapılacak kanunlarda bu sözleşmeler göz önünde bulundurulur. Devlet Hizmet Yükümlülüğü uygulaması Türkiye'nin taraf olduğu uluslararası iş sözleşmelerine aykırı olmakla kalmayıp, daha ötesi yukarıda da açıkladığım gibi İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nde garanti altına alınmış hakların ihlali.

Memlekette serbest piyasadan ve hukuktan çokça bahsediklen bir dönemden geçiyoruz. Hukuka da, serbest piyasanın temel kurallarına da aykırı bir uygulama ise hala yürürlükte. Daha geçen hafta kuralar çekildi yine, bini aşkın doktorun hayatına karar verdi tarafsız olduğu iddia edilen (bu konuda da doktor camiasında bolca şüphe var) bir kurayla devlet. Şu günlerde o çocuklar evlerini kapatıp, yaşamaya mecbur edildikleri yeni şehirde ev arıyorlar, mümkünse çalışmaya mecbur bırakıldıkları hastaneye yakın bir yerde. Yine bu günlerde, birkaç yıl sonra aynı eziyete maruz kalacak birkaç bin genç harika bir meslekleri olacağı sanrısıyla tıp fakültelerine kayıt yaptırıyor.

Bir de memlekette kanundan, haktan, hukuktan, adaletten bahsediyor koskoca adamlar televizyonlara çıkıp koskocaman laflarla. Külahıma anlatın...

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Bu başa o tarak olmaz

Yurt dışına gidenlerin uzun zamandır gördüğü ve belki "bizde de olsa keşke" dediği bir teknoloji artık Avrupa Başkenti (!) Ankara sokaklarında vatandaşa hizmet veriyor. Yaya geçitlerindeki trafik ışıkları yayalar için yeşil yandığında sesle de uyarı veriyorlar, ses kesildikten sonra araçlara önce sarı, sonra yeşil yanıyor.

Özellikle görme engelli vatandaşları karşıdan karşıya geçerken başkalarından yardım isteme mecburiyetinden kurtaracağı için çok güzel bir sistem ama sürücülerde zihniyet döüşümü yaşanmadığı sürece ölüm makinesi olmaktan başka işe yarama ihtimali yok. Trafik ışıklarına uymayı gereksiz bir mecburiyet sayan ve bulduğu her fırsatta bu kuralı ihlal eden sürücülerin olduğu ülkede bu kuralı koyan ama sıkı bir denetlemeyle koşulsuz uygulanmasını sağlamayan devlet şimdi bu yüksek teknolojiye geçiyor. Pek güzel ama ışıkların verdiği sese inanıp kendini yaya geçidine bırakan görme engelli vatandaşımız kırmızı ışığa, her zamanki gibi, uymayan bir aracın altında kaldığında ne olacak? Teknoloji güzel ama bizdeki zihniyetle (denetleme yapmayan polisin ve denetleme yoksa kurala uyma zorunluluğu hissetmeyen sürücülerin  zihniyeti) zaten hayatları yeterince zor olan ve kolaylaştırılmayan görme engelli vatandaşları canından etmekten başka işe yaraması mümkün değil.

Ya sürücülerin kırmızı ışığa uyması sağlansın ya da bu sesli ışık uygulamasına vatandaş canından olmadan son verilsin.

20 Ağustos 2010 Cuma

BP petrol sızıntısı üzerine

BP'nin aylarca sızdıran kuyusundan yayılan petrole dair hesaplar henüz kesinleşmese de netlik kazanmaya başladı. Amerikan Ulusual Okyanus ve Atmosfer İdaresi'nin [National Oceanic and Atmospheric Administration (NOAA)] sitesinde yayınlanan verilerin grafik haline getirilmiş şekli şöyle:





(Grafiği orijinal boyutunda görmek için tıklayınız)



Bu tabloda dikkatimi çeken ise BP'nin bolca para döktüğü, petrolü küçük damlacıklar haline getirmeyi amaçlayan dağıtıcı maddelerin (dispersant) sıkılması işlemi toplamın yalnızca %8'iyle başedilmesini sağlayabilmiş. Bu şekilde kalın bir yağ tabakası halinde görünüp insanların dikkatini çekmesi engellenen petrol ise aslında hala doğada. Petrolü parçalayarak enerji elde eden bakterilerin daha küçük damlacıklar haline gelen bu kısmı hızla yok etmesi bekleniyor, yani yok etme kısmı yine doğaya bırakılmış oluyor.

Doğaya zarar vermediklerine dair raporları olsa da bu dağıtıcıların bugüne kadar bu miktarlarda hiçbir zaman kullanılmadığı bir gerçek. Farmakolojinin temel kurallarındandır, etki doza bağlıdır, doz arttıkça maddenin zehirli-zararlı olma ihtimali artar (günde 15 litreden fazla tüketirseniz su bile zehirli olabilir!). Dağıtıcılar bu miktarda kullanıldıklarında doğada kimyasal olarak yıkılacaklar mı, bu ne kadar zaman alacak, insanların da besin olarak kullandığı canlıların vücudunda depolanacaklar mı sorularına bir cevabımız yok aslında.

Bakterilere sağladıkları cennet ise apayrı bir konu. Belli bir hızla gerçekleşmesi beklenecek olan yağın bakterilerle parçalanması işlemi bu kimyasalların marifeti olan küçük damlacıklar sayesinde çok daha hızlı meydana gelecek. Doğa petrolden, BP petrolün tespit edilmesinin etkilerinden daha çabuk kurtulmuş olacak ama burada da bir problem var. Belli bölgelerde bu bakterilerin besin (petrol) bolluğu nedeniyle hızla üremesi söz konusu olacak, bu çok sayıdaki bakterinin petrolü yıkarken sudaki oksijeni hızla tüketmesi ihtimali çok büyük. Küresel ısınmanın da etkisiyle okyanus sularının tabakalanması daha keskin hale geldiği, birbirine karışmaları yavaşladığı için bu bölgeler uzun süre oksijenden fakir-oksijensiz kalabilir. Bunun sonucu suyun o kısmının canlılar için yaşanamaz hale gelmesi ve uzun süre öyle kalması. Bunun olup olmayacağını görmek içinse beklemekten başka şansımız yok, önlemek için ise hiçbir metoda sahip değiliz.

BP, çok şey yapıyor gibi görünmek uğruna bolca para harcayıp, tonlarca kimyasalı (petrolün szdığı yetmezmiş gibi) okyanusa sıktı ama elde edilen sonuç bu zararlı olması muhtemel macerayı makul ve mazur göstermeye yetmiyor bence. Kamuoyuna güzel bir şov oldu, boş duruyor görünmediler ama sonuç? Şimdilik sıfır, ileride zarara girmemiz de mümkün.

19 Ağustos 2010 Perşembe

Ha yer tezgahında olmuş, ha süslü cam şişede, ot ottur

1948'te kurulduğunda Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) sağlığı şöyle tanımlamıştı:
a state of complete physical, mental, and social well-being and not merely the absence of disease or infirmity
çevirecek olursak "yalnızca hastalık ya da güçsüzlüğün yokluğu değil; tam bir fiziksel, zihinsel sosyal iyilik hali"

Koruyucu tıp dediğimiz şey işte tam da bu nedenle ortaya çıkmıştı. Hastalığı olmayan kişilere de ulaşmak, hastalıksızlık hallerinin devamını koruyacak önlemleri (aşılama, tarama programları vb.) almak, sağlık hizmetlerini yaygınlaştırarak bu amaçlara ulaşılmasını mümkün kılmak. Bu işi halletmenin yegane yolu sağlık ocakları ve pratisyen hekimler aracılığıyla geniş bir kitleye ulaşabilmekti, uzunca bir zaman bu yapılmaya çalışıldı da. Bugün geldiğimiz noktada sevk zincirini kırıp, eline sağlık karnesini alanın uzmanlık hastanelerine gidebilmelerini sağlayan, pratisyen hekimleri bilgisiz gibi göstererek onlara olan güveni azaltan ve bu yolla onların vermesi gereken hizmeti de gözden düşüren anlayış aile hekimliği adı altında o yaklaşımı sözde diriltmeye uğraşıyor ama o arada olan oldu bile.

İnsanların iyi olduğunu bilme, iyi kalmaya devam etmek isteme ve bunların yollarını öğrenme gayretlerinin karşılanması noktasında kocaman bir vakum oluştu ve o boşluğu alternatif tıpçılar itinayla doldurdular.  Son zamanlarda televizyonda giderek daha sık duyduğumuz "wellness" kavramı yukarıda tanımlanmış iyilik haline bir parça spiritüalizm sosu katmaktan öteye gitmeyen bir new-age saçmalığı iken kendine oldukça geniş bir alıcı kitlesi bulabildi zira alternatifini sunması gereken otorite hiç de oralı değildi.

Her türlü denetim mekanizmasını yozlaştırdığınız bir memlekette  insanların piyasaya sürülen ilaçların veya verilen sağlık hizmetinin kalitesinin gerekli ve yeterli biçimde denetlendiğini düşünmelerini beklemek durumun farkına varamayan bir şaşkınlık ya da safdillikten başka bir şey olamaz, eğer düpedüz sorumsuzluk ve art niyet değilse.

İlaçlarını ve tedavilerini yeterince denetlemediğiniz, denetliyorsanız bunu ona anlatmadığınız vatandaş gider kendini otçulara emanet eder "ne farkı var diyerek". "İlacın içine ne koyuyorlar biliyor muyuz, bunlar en azından doğal" savunmasını her gün duyar olursunuz. Aslında durum bunun tam tersidir, ilacın içinde hangi maddeden ne kadar bulunması gerektiği belirlenmiştir ve denetlenir oysa yanyana iki tepede biten kekiklerin içinde bile aynı kimyasalların, aynı miktarda olması olasılığı neredeyse yoktur.

Denetleme otoritesine olan güven giderek azalırken, otçu tayfa giderek kendini daha saygın göstermenin yollarını arıyor. Pazarda ot satan amca, aktar ve büyük alışveriş merkezlerindeki şık mağazalarda güzel şişelerde toz haline getirilmiş ot ve ot kapsülü satan alımlı kızlar aslında bir ve aynı şeydir. Ama malum bu çağda imaj her şeydir... Bilimsel olarak pazardaki amcanın sattığı malla lüks mağazadaki arasında hiçbir fark yoktur, ikisinin içinde de tam olarak ne olduğu bilinmez, bilinenlerin ise gerçekten işe yarar etkisi olup olmadığı bilimsel araştırmalarla gösterilmemiştir. İşe yaramadığı araştırmalarla gösterilmiş olan ekinezya ise bu mağazaların hepsinde satılır, çayının reklamı bütün kış tüm televizyonlarda döner. Zihinsel fonksiyonlar üzerine olumlu hiçbir etkisi olmadığı gösterilmiş olan gingko, bu adamların elinde hala mucize muamelesi görmektedir.

Başa dönersek şu soruyu sormak gerek:

O tanıma göre Türkiye'deki insanların yüzde kaçına sağlıklı diyebiliriz?

Benim en iyimser tahminim yüzde beşin üzerine çıkmaz. Otları hala gıda takviyesi diye Tarım Bakanlığı denetimi sonrası, sağlıkla ilgili herhangi bir onay almadan piyasaya süren, bakanlık onay verdiği için saygın ve güvenilir gösteren, bilimsel verilere dayalı tıbba duyulan güveni artırmayan, koruyucu hekimliği tabana yaymayan bu kafayla da o sayı artmaz.

Özeti: Otçulara güvenmeyin. Onlara güvenmek yerine devletinizden ilaçları ve sunulan sağlık hizmetlerini iyi denetlemesini talep edin.

Beğendiyseniz paylaşabilirsiniz, maksat söz yayılsın.