Bu komitede bana verilmiş olan son dersi de pazartesi günü
anlattım. Komite sonunda öğrenciler sömestr tatiline girecekler, dolayısıyla
yakın gelecekte bir işim olmayacak gibi görünüyor. Boş boş oturmaktansa bir
şeyler okuduğum günlere geri dönüş yani.
Fırsattan istifade, hazır vakit varken, çokça gelen bir
yoruma yanıt vermek isterim. Sıkça gelen bu yorum sık sık ve şiddetli bir
şekilde beddua etmem üzerine. Haksızlık ettiğimi düşünen de var, aşırıya
gittiğimi de, yakışmadığını da.
Belki de haklılar. 22 sene mektep okumuş, burada yazdığı
yazılara bakılırsa daha medeni ve resmi yollarla hakkını arayabilecek bir
adamın durmadan ve herkese beddua etmesi de ne oluyor, öyle değil mi?
DEĞİL.
Hakkımı hukuk yoluyla aramayı çok isterdim ama o yol
kapatıldı. Burada daha önce değindiğim pek çok hukuksuz yönüne ve Anayasa
Mahkemesi’nin iki üyesinin “bu angaryadır ve yasaktır” esaslı itirazlarına rağmen
Aralık 2010’da Anayasa Mahkemesi’nin diğer üyeleri 5371 sayılı kanunun
yürütmesinin devamına karar verdiğinde iç hukuk yolu kapandı. O günden beri
ancak küçük adımlar atmak mümkün. Bu kapsamda, geçen ay, itiraz üzerine Anayasa
Mahkemesi ilgili kanunun iki cümlesini iptal etti, böylece istifalara bağlı
uygulanan cezalar kaldırılmış oldu ama başlı başına bir hukuksuzluk ve hak
gaspı olan zorunlu hizmet uygulamasının kendisi devam ediyor.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yolu açık elbette, orada da
dava açıldı ama henüz görüşülmeye başlanmış veya karara bağlanmış değil. Benim
içinse bu bir hayal. Sağolası (!) devletimiz diplomamı elimden aldığı yetmez
gibi beni atamayı beceremeyip aylarca işsiz bıraktığından, tahmin
edebileceğiniz gibi bir parça borcum var; 10 boyunca kimse bakmadı bana, çeviri
yaparak ve borçlanarak yaşadım. Yani uluslararası hukukun masraflı yolları şimdilik
çok uzak bana.
O zaman durup soralım:
Hakkı gasp edilen ve hukuk yoluyla hakkını arayamayan insan
ne yapar?
Ya dağa çıkar ya da sabırla değil sabırsızlıkla adalet
yeniden tesis edileceği günü bekler ve bu arada bolca dua/beddua eder. Sokağa
çıkmak, eylem yapmak da bir alternatif lakin eylemler Bakanlık tarafından ciddiye
alınmadığı gibi (Sağlık Bakanı’nın doktor eylemlerini internetten araştırın,
göreceksiniz), doktorların grev/eylem yapmaya hakkı olmadığını savunanlar bile
var (Bakanlık buna dahil). Hakkımızı arayalım derken, en baştan haksız ilan
ediliyoruz. Bir yol da, bir şeyleri değiştirmeye yetmeyeceğini bilsen de, en
azından yapılan haksızlığı ifşa etmek, günün birinde dönüp bakılabilecek bir
kaydını tutmak adına yapılanları anlatmaktır ki bu blogda yapmaya çalıştığım
biraz da budur.
Dağa çıkacak değilim, herhangi bir doktorun da bu yola başvuracağını
sanmam; bunu tavsiye de etmem.
Kaldı elimizde sabırsızlıkla beklemek ve dua/beddua etmek.
Bu hakkımı da sonuna kadar, ilgili herkesi kapsayacak şekilde ve şiddetle
(içeriği de şiddetli olacak şekilde) kullanmaya devam etmek niyetindeyim çünkü
bu devlet ve cemiyet bana yapacak başka bir şey bırakmadı. “Sus ve kabullen”
diyenlere söyleyeceğim şudur: Özgürlüğü yitirdim ve köleyim ama henüz
insanlığımı yitirmedim.
Beddua ederken çok kalabalık bir nüfusu hedef alışım da
eleştirilmiş. O zaman şöyle bir soru soralım:
Temsili demokraside bir kararın sorumluluğu yalnızca o kararı
alan ve uygulayan vekillere mi aittir, yoksa onlara bu yetkiyi verenler de
sorumluluğun ortağı mıdır?
Benim bu soruya cevabım “evet, halk da ortaktır yapılan
haksızlığa” şeklinde. Eğer öyleyse, bedduanın çerçevesini geniş tutmakta
sakınca görmüyorum.
Beddua filan derken hazır hukukun alanından çıktık, daha
soyut bir mecradayız, buradan devam edelim.
Aslında burada başka bir tartışma daha var. Memleket efradının
büyükçe bir kısmı müslüman olduğunu söylemekte. Peki, bir müslüman bir yönetici
seçse ve o yönetici kul hakkı yese, o müslüman da buna mani olmasa ve o
yöneticiden bunun hesabını sormasa, o yenen kul hakkının vebali o müslümanın da
boynunda yük olmaz mı? Yarın Hakk’ın divanında bunun hesabını vermek gerekmez
mi?
Eğer gerekiyorsa, yandın necip Türk milleti. 6,5 yıldır bu
ülkenin binlerce doktorunun hakkı yendi. Meslekleri ve diplomaları ellerinden
alındı, zorla çalıştırıldılar, ailelerinden uzağa gönderildiler, çocukları
anasız-babasız büyüdü. Bunca vebalin, bunca kul hakkının hesabı elbet sorulur
da acep üleştirilirken yalnızca mebuslar mı katılır hesaba?
Buna da biraz kafa yormak gerekir herhalde.