27 Mart 2012 Salı
Dershaneler kapanırsa
Bu ülkenin en kötü alışkanlıklarından biri meseleleri somut verilere dayalı tartışma alışkanlığının yeterince yerleşmemiş olması. Bunun kendini en belirgin ortaya koyduğu durumlar ise ekonomi tartışmaları, özellikle de çeşitli sistemlerde (sağlık, eğitim) yapılacak değişikliklerin ekonomik yönüne dair konuşmayışımız.
Bir süredir eğitim sisteminin 4+4+4'e geçmesi etrafında dönüp duran bir tartışma var. Bunu duyar duymaz aklıma gelen ama cevabını bulamadağım sorular var:
1) Bu uygulamaya geçildiğinde MEB tarafından istihdam edilen öğretmen sayısında artış olacak mı? Olacak ise, bütçeye eklenecek yıllık masrafın ne kadar olacağı tahmin edilmektedir?
2) Mevcut okulların bu sistemi uygulamaya yeterli olmadığı il-ilçe sayısı kaçtır? Kaç yeni derslik/okul inşa etmek gerekecektir? Bunların toplam masrafı ne kadar olacaktır? Bu masrafın kaç yıla yayılacağı öngörülmektedir?
3) Yukarıda sorularda belirtilen masraflar ne şekilde karşılanacaktır? Bütçeye ne şekilde ek gelir sağlanacaktır?
Görebildiğim kadarıyla, kanun tasarısında ve eklerinde bunlara dair açıklamalar yok. 2012 yılı bütçesinin hazırlanıp onaylandığı düşünülürse, kanun onaylanırsa benim sorularıma cevap alabileceğim en yakın tarih 2013 yılı bütçesinin görüşmeleri zamanında olacak. Benim bildiğim, devletin parasını harcayan hesabını vermek zorundadır. Yani, Milli Eğitim Bakanı ve Maliye Bakanı beraberce oturup bunları hesaplamış ve kanun önerisiyle birlikte bize sunmuş olmalıydı ama hesap verirlik anlayışımızın gelişmişlik düzeyi göz önünde bulundurulunca, böyle şeylere gerek olmuyor demek ki.
Elim değmişken biraz hesapla ben yardım edeyim bari tartışmaya. İşin tartışılan bir yönü de dershanelerin kapatılacak olması meselesi. Bana sorarsanız, sınavları kaldırsanız dahi, üniversiteleye giriş için insanları sıralayan herhangi bir sistem olduğu sürece dershaneler varlığını sürdürecektir. Eğitimin ortalama kalitesini artırmak öğrencilerin seviyesini gösteren çan eğrisini sağa kaydırabilir ama o eğrinin ortasından sağ ucuna doğru kaymak isteyen bireylerin tek çaresi yine de milli eğitim sistemi dışında bir kaynağa yönelmektir.
Yine de dershaneler kalkarsa ne olur ona bir bakalım.
Mahfi Eğilmez'in takip edilmesini şiddetle tavsiye edeceğim blogu Kendime Yazılar'da işsizliğin nasıl hesaplandığı şöyle özetlenmişti:
İşgücünü oluşturan 26.254 bin kişinin 23.678 bini istihdam edilmekte (çalışmakta), geri kalan 2.576 bini işsiz konumunda bulunmaktadır (iş aramaktadır.) İşsiz sayısını (2.576 bin) işgücüne (26.254 bin) bölüp 100 ile çarparsak ((2.576 bin / 26.254 bin) x 100)) işsizlik oranını buluruz (yüzde 9,8.)
Ulaşbilidiğim en yeni tarihli verilerde dershanelerde çalışan öğretmen sayısı 2010 itibariyle 50000 olarak veriliyordu. Buna göre formülde yerine koyarsak yarın tüm dershaneler kapanır ve o öğretmenler işsiz kalırsa yeni işsilik oranımız şöyle oluyor:
(2576+50)/26254*100= 10,00
Yalnızca öğretmenleri hesaba katınca bile işsizlik %0,2 artacak yani. Bunun yarısı kadar da dershanelerde diğer işlerde çalışan personel olduğunu varsaysak, 75000 yeni işsizimiz olacak ve artış %0,3, işsizlik oranı %10,1 olacaktır.
O dershanelerin kantinlerinin kapanması hazır gıda sektörüne, baskı işlerinin durması matbaacılık sektörüne ufak da olsa zarar verecektir. Öğrenciler taşıyan servisler vb. gibi daha pek çok yan faktör hesaba katılabilir. Bu da ekonomimizde hafif bir küçülme yaratacaktır. Dershanecilik sektörü + yan sanayisinin büyüklüğünü bulamadım. Bulursam ona dair oranı da hesaplarım.
Ekonomik başarılarıyla övünmeyi seven politikacılarımız var. İşsizlikte böylesi bir artışı görmek ve göstermek isterler mi, emin olamıyorum ama sayılar bunlar.
Meseleleri düzgün tartıştığımız günler dilerim.
18 Mart 2012 Pazar
Daima yalnız yürüyeceksin
Bir Tıp Bayramı haftasını daha geride bıraktık. Siyasilerden ve resmi ağızlardan gelen açıklamalara meslek örgütlerinden yapılan açıklamalar eklendi. Bolca laf...
18 Mart 2012'de İstanbul Tabip Odası bir yürüyüş de düzenlemiş, duyurusu şöyle:
Resmi sitelerindeki daha geniş duyuru da bu linkten görülebilir.
Yok mu bir eksiklik? Olmaz olur mu...
İTO'nun ve TTB'nin çok sayın yetkilileri, gelin sizinle bir hesap yapalım (bu hesabı sizin çoktan yapmış olmanız gerekirdi ama olsun, geç olsun da güç olmasın).
Halihazırdaki devlet hizmet yükümlülüğü (DHY) uygulamasına esas teşkil eden kanun Haziran 2005'te yürürlüğe girdi. Buna göre.
1) 2005'ten beri tıp fakültelerinden mezun olan her hekim bu kanunun mağdurudur. 7 sene, her sene 4000 mezun desek, 28000 doktor.
2) Uzmanlık eğitimini 4 sene kabul edersek 2001 Eylül TUS'undan başlayarak 2005 Haziranına kadar uzmanlık eğitimine başlayanlardan bu eğitimi tamamlayanlar da kanun kapsamındadır. 8 TUS dönemi, 500'erden saysak, eder 4000 kişi daha.
Asgari hesapla 32000 doktor. Memlekette yaklaşık 110000 doktor var. Meslektaşlarımızın %30'u ediyor yani bu kanunun mağdurları.
Ve bir mesleğin mensuplarının %30'una dair tek satır göremedim yine açıklamalarınızda. Meslektaşlarımızdan %30'u köle olarak çalıştırıldı, çalıştırılıyor, çalıştırılacak. Diplomaları gasp edildi. Kimisinin ailesi parçalandı ve zorunlu hizmet bittikten sonra bile ailelerinin yanına dönemiyorlar mevcut tayin/atama kriterlerine göre. Doktorları bu devletin eşit vatandaşları olmaktan men eden bir insan hakları ihlali var ortada. Bu, öncelikli bir problem değil midir size göre? Öncelikli olmasa bile, en azından o listede kısacık bir yeri hak etmez miydi?
İTO'nun duyurusunda sıralanmış problemlerin hiçbiri net olarak tanımlanmış şeyler değil. Oysa DHY net tanımlıdır. Nasıl uygulandığı, hangi kanuna dayandığı, nelere sebep olduğu bellidir. Belirsiz düşmanlara kargı sallamaktansa, ne olduğu belli bir problem konusunda çözüm üretmeye çalışma imkanı vardır burada. Diyebilirsiniz ki, "Anayasa Mahkemesi'ne bile gidildi, hallolmadı işte". O zaman ben de derim ki "Sıraladığınız problemlerin bazıları da kanunla hüküm altına alınmış meseleler, DHY ile mücadele edilemiyorsa onlarla da mücadele edilemez".
Uzun lafın kısası:
Neden DHY gündeminizde değil? Bir gün gündeminize girecek mi?
Böylesine temel bir meseleyi yok saydığınız sürece, ne kadar yürüyüş yaparsanız yapın meslektaşlarınızın bazıları yanınızda olmayacak. O meşhur şarkıyı biraz değiştirirek söylersem:
Daima yalnız yürüyeceksiniz (you'll always walk alone).
Veya belki ben yanlış anladım. Aslında, bunu bize söyleyen sizsiniz. Devlet diplomamızı çalarken, rüzgara karşı biz yalnız yürüyeceğiz. Siz, bizi yalnız bırakmaya devam edeceksiniz.
Peki, o zaman meslek örgütü olarak ne işe yaracaksınız?
You'll Never Walk Alone, Shankly Gates, Anfield
(Foto: Wikimedia Commons)
15 Mart 2012 Perşembe
İspatla arkadaşım!
Köşe yazarlarına gıpta
ediyorum. Müthiş bir rahatlık ve boş vermişlik içinde hareket ediyorlar kimi
zaman yazılarını kaleme alırken.
Bu blogu yazmaya başlayadığımdan beri objektif verilerle desteklenmesi gereken herhangi bir
iddiada bulunacaksam, gidip ilgili verileri bulmaya çalışıyorum. Yazıda yer
vermesem dahi, iddiamın ispatlanabilir olduğunu kendim
görmeden yazmamaya çalışıyorum. Aklıma gelen kimi şeyleri verileri bulamadığım
için yazmadığım zamanlar oldu.
Bunu kendimi kanundan korumak için
yaptığımı düşünüyordum. Olur da bir şekilde hesabını vermem gerekirse, bunu
yapmak mümkün olsun diyordum. Fark ettim ki, mahkeme korkusundan çok mesleki
dejenerasyon, yıllardır bilimsel makale okumaktan gelen bir şey. Bir makale
ortaya koyduğu verilerin işaret ettiklerinden çok ötede, düpedüz spekülasyon vasfında
şeyler söylemeye başlayınca ben de onu ciddiye almamaya başlıyorum. Tezimi yazarken
de tartışma kısmında olabildiğince bu tarz spekülatif yorumlardan kaçınmaya
çalışmıştım. Doğrusunun, yapılması gerekenin de bu olduğunu düşünüyorum. Bloga
yazarken de böyle bir mecburiyet varmış gibi davranmaktan kendimi alıkoyamadım
galiba bugüne kadar.
Veriyi
bulamadığımdan yazamadığım şeyler kafamda dönmeye devam etmiyor demek değil bu.
Nasıl olur da yazarım sorusuna cevabım bunları “hipotezler-iddialar” gibi
başlıkla yazmak oldu. Daha yazının başlığından söyleyeceklerimin, en azından
benim tarafımdan ve en azından henüz, ispatlanabilir şeyler olmadığını
belirterek yazmakta bir sakınca olmaz sanırım.
Bir
de bunu deneyelim bakalım.
Köşe
yazarları da ara sıra veri sunarak iddialarını ispatlamayı denerse, işimiz tamamdır.
14 Mart 2012 Çarşamba
Doktorların ayrıcalık talep etme hakkı yoktur
http://www.asistanhekim.org/ adresinde yayın yapan arkadaşlar yeni ve açıkçası tuhaf bulmadan edemediğim bir fikirle çıkageldiler. Askerliği mecburi hizmetten saydırmak veya bu ikisinden yalnız birini yapmak. Facebook üzerinden şöyle ifade etmişler öneriyi:
"Tıp fakültesini bitiriyoruz diplomamız verilmiyor, vatandaşlarımıza hizmet için mecburi hizmete gidiyoruz bir şey demiyoruz, karı koca herkes ayrı yerlere atanıyor sesimizi çıkarmıyoruz!
Askerlikle ilgili Hekimlere özel bir şey istiyoruz... Hep kendimizden veriyoruz bu kez birşey istiyoruz! Çok mu oluyoruz? Polis arkadaşlarımıza tanınan ayrıcalığı biz de istiyoruz! Nasıl olsa askerlikte de hasta bakıyoruz öyle değil mi? Ne dersiniz?"
"Tıp fakültesini bitiriyoruz diplomamız verilmiyor, vatandaşlarımıza hizmet için mecburi hizmete gidiyoruz bir şey demiyoruz, karı koca herkes ayrı yerlere atanıyor sesimizi çıkarmıyoruz!
Askerlikle ilgili Hekimlere özel bir şey istiyoruz... Hep kendimizden veriyoruz bu kez birşey istiyoruz! Çok mu oluyoruz? Polis arkadaşlarımıza tanınan ayrıcalığı biz de istiyoruz! Nasıl olsa askerlikte de hasta bakıyoruz öyle değil mi? Ne dersiniz?"
Ne mi derim? Bir an önce vazgeçin bu sevdadan derim. Açıklamaya çalışayım:
1) Kadın meslektaşlarımıza ne olacak? Bir talepte bulunurken bir camianın neredeyse yarısını hesaba katmamak, onları yok saymak hangi akla hizmettir?
2) Ortada tüm uluslararası insan hakları metinlerine ve çalışma hakkını düzenleyen kurallara aykırı bir hak gaspı var. Bu haksızlıkla yeterince mücadele edilmemesi bir dertken şimdi bir de bunu kabullenip bununla yaşamanın yollarını aramak gayreti çıktı başımıza. Önce geçen ay yapılan mecburi hizmet kongresi, şimdi de bu. "Madem kaldıramıyoruz, onunla yaşamanın yollarını arayalım" kabullenişi. Öncelikle bu teslim oluşa itirazım var. Tıp Bayramı haftasında yayınlanan bildirilerde bile pek çok şeye yer verilirken mecburi hizmetten bahsedilmeyen bir noktadayız. Bundan daha beteri ancak hakkı gasp eden hırsızla pazarlığa girişmek olurdu, onu da göreceğiz böyle giderse.
3) Bir bu kadar vahim olan polislerle yapılan karşılaştırma. Polisin konumu ile doktorunki mukayese edilebilir değildir. Polis güçleriyle ordunun birbirinden ayrı tutulması ilkesinin nereden baksan 2000 yıllık tarihi var. Roma lejyonları Roma'ya giremezdi, şehrin koruması ayrı bir kuvvete aitti; bu kuvvetin görevlerinden biri de, olur da lejyonlar yoldan çıkıp şehre yönelmeye kalkarsa şehrin onlardan korunmasında rol almaktı. Zaman içinde, şehir duvarlarının dışında kalan alan için jandarma adı altında ayrıca bir polis biriminin ortaya çıkması da bu ayrımla ilgilidir. Bizde öyle olmasa da, jandarma bu sebeple kimi ülkelerde ordunun parçası değildir. Bugün Türkiye'de polislere verilen bu hak da bir ayrıcalık olmanın ötesinde bu köklü yaklaşımın bir devamıdır aslında.
4) Mesleğin kamuoyu nazarındaki kıymeti son yıllarda yeterince erozyona uğramamış gibi şimdi bir de ayrıcalık talep eden grup durumuna düşmek iyi bir fikir midir? Evet, yaşanan bir mağduriyet vardır. Bu mağduriyeti geniş kitlelere anlatmanın ve gidermenin yollarını aramak yerine, bu mağduriyeti bir ayrıcalığa tahvil etme gayreti bir doktor olarak bana bile çok çirkin gelirken bunun kamuoyuna nasıl kabul ettirilmesi beklenmektedir? Çeşitli şekillerde benzer hizmetlere gönderilen diğer meslek grupları (öğretmen, savcı vb.) de bunu talep etme hakkını kendinde gördüğünde ne denecektir? "Biz doktoruz, biz ayrıcalıklıyız" mı?
5) Haklar sözkonusu olduğunda doktorlar da sıradan vatandaştır, ayrıcalık talep etme hakları yoktur. "Polis arkadaşlarımıza tanınan ayrıcalığı biz de istiyoruz!" diyerek apaçık ayrıcalık talep ettiğini haykırmak nasıl bir iletişim stratejisidir? Her gün insanlarla iletişim içinde icra edilen bir mesleğin mensuplarının iletişim becerisinin bundan biraz daha iyi olması gerek değil midir?
6) Yasal düzenlemeyle böyle bir uygulamaya geçilmesini beklemek aynı zamanda mecburi hizmetin asla kaldırılmayacağını da kabul etmek anlamına gelmekte değil midir?
Özetleyecek olursam:
1) Bu talep kadın meslektaşlarımızı göz ardı etmektedir.
2) Hiçbir ayrıcalığı olmaması gereken bir vatandaş grubuna ayrıcalık talep eden hukuka aykırı bir harekettir.
3) Polislerle yapılan yanlış bir karşılaştırmaya dayanmaktadır.
4) Bu talepte inat edilecekse iletişim stratejisi mutlaka değiştirilmelidir."Biz ayrıcalık istiyoruz" demek insanları ikna etmenin en kötü yollarından biridir.
Tüm bunları bir harici olarak yazmıyorum. Uzmanlık diplomasından vazgeçmek pahasına, hayatını geri alabilmek için mecburi hizmetten istifa etmiş bir doktor olarak yazıyorum. Dikkate alınmasını temenni ederim.
"Boş durmayalım, bir şeyler yapalım" deniyorsa naçizane önerim mecburi hizmet nedeniyle mesleğini bırakmış, ailesi dağılmış, yakınları hasta iken-ölürken yanlarında olamamış meslektaşlarımızın öykülerini toplamaktır. Bunları bir araya getirerek internet üzerinden ücretsiz dağıtılacak bir kitap oluşturmak, bu kitap çevresinde bir medya (sosyal medya ve geleneksel medya) hareketi başlatarak mağduriyeti geniş kitlelere anlatmak, bu yolla geniş kitlelerin desteğini kazandıktan sonra bu destekle birlikte mecburi hizmet uygulamasına son verilmesi baskısı yapmaktır. Bakanlık ve hükümet yine de kılını kıpırdatmayacaktır belki ama bana böylesi daha doğru geliyor.
Mağdur edildiğinde derdini anlatıp hakkını arayan bir mesleğe mensup olmayı, ayrıcalık talep eden bir mesleğe mensup olmaya tercih ederim. Eşitlik talep edelim, ayrıcalık değil.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)