12 Temmuz 2013 Cuma

Güzel gülen kavruk çocuk

Sarper Günsal'a teşekkürlerimle...




Bu cümleyi okuduktan sonra gözünüzü kapatın ve bir köle hayal edin.










Durun, tahmin edeyim. Afrika kökenli, siyahi, 20-40 yaş arasında bir erkek geldi gözünüzün önüne. Bildim mi?

Aslında kölelik bundan daha fazlasıydı dünyanın dört bir yanında. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar ve diğer ırklar da vardı insanlık tarihinin bu çirkin hikayesinde. Ama görsel hafıza böyle bir şey işte. O bahsettiğim karakteri fotograflarda, afişlerde, sinema filmlerinde o kadar çok gördük ki, köle deyince aklımıza hep o geliyor.

Oysa, Yeni Dünya'nın ilk kölelerinin büyük kısmı Orta ve Güney Amerika'nın yerlileriydi. Bir zamanlar kendilerinin olan topraklarda köle olarak çalıştılar. Arazilerine el konduktan sonra, aç kalmamak için çalışmaya gittikleri Potosi'nin gümüş madenlerinde onbinlercesi öldü. On yıllar boyunca süren kölelik döneminde açlıktan, hastalıktan ve zor çalışma koşullarından ölenlerin toplam sayısını  kesin olarak bilmiyoruz; tahminler milyonlar seviyesinde. Onların torunları hala Latin Amerika’nın en fakir insanları. İnsan eliyle yaratılmış sefalet öyküsü  devam ediyor. Merak edenler, bu utancın günümüze kadar gelen tarihini  Eduardo Galeano'nun Latin Amerika'nın Kesik Damarları isimli kıtabından okuyabilir.

Ne tuhaf ki,  siyahi kölelerin torunlarının hikayelerini, Latin Amerika yerlilerinin hikayelerinden daha önemli kabul ediyoruz; algımız sağ olsun (!) ABD ilk siyahi başkanını seçtiğinde, bu olay tüm dünyada gündemin tepesine oturdu; Obama, daha  icraata başlamadan, Nobel Barış Ödülü kazandı. Öte tarafta, Potosi madenlerinin ülkesi Bolivya'da Evo Morales iktidara geldiğinde kaç kişi heyecanlandı acaba? Derdim Bolivarcılık yapmak değil, merak ediyorum sadece.


Caner Eler, başta Tour de France olmak üzere,  bisiklet turlarını sunarken izleyiciler sık sık sorar:

"Hiç siyahi bisikletçi yok mu? İçlerinden tur kazanan oldu mu?"

Aynı sorunun Güney Amerika yerlileri için sorulduğunu hiç duymadım.



Ama onlardan biri, 4 Şubat 1990 doğumlu  Kolombiyalı Nairo Quintana, belki de birkaç sene içinde büyük turlardan birini kazanacak. Bu sene Fransa Turu’nda beyaz mayoyu kapması ise işten değil...


Bu seneki turda en heyecanla izlediğim adam oldu Quintana. Bu ufacık tefecik genç adamın yokuşlarda, yarışın favorilerini arkasında bıraktığı ataklarında ekran başında coştum. 10 gün daha var Le Tour'un bitmesine, 2 tane de abidevi tırmanış etabı. Nairo klasmanda ilk onda, beyaz mayo rekabetindeyse Kwiatkowski'nin 34 saniye gerisinde 2. durumda. Ve ben, heyecanla Mont Ventoux zirvesinde beyaz mayoyu tekrar giyeceği anı bekliyorum, günün birinde oraya sırtında sarı mayoyla gelmesini ümit ederek...




Güzel gülüyor çocuk...




Not: Bu yazıyı “beyaz adamın yerlilere aşağılayarak, acıyarak bakan gözü”yle yazdığımın düşünülmesinden korkarım. Öyle bir şey aklımın ucundan geçmez. Quintana’nın yeteneği ve performansı benim değerlendirebileceğimin çok ötesinde, onu hakkını vererek yazacak ustalar var. Ben yalnızca, Galeano’yu okuduğumdan beri hikayelerine bigane kalamadığım o insanlardan birinin başarısı karşısında duyduğum heyecanı anlatmak istedim.


Güncelleme: Mont Ventoux zirvesine ulaşan ikinci kişiydi Quintana, Froome'un hemen ardından. Belki kazanabilirdi bile. Bu kez olmadı ama beyaz mayo artık onda, Kwiatkowski ile arasındaki fark da iki dakika civarında. Büyük bir terslik olmazsa turu beyaz mayoyla bitirecek. Yarış sonrası açıklamasında "genel klasmanda bir derece için de uğraşacağım" dedi. Belki podyuma çıkar dediği gibi, seviniriz.




Beğendiyseniz paylaşabilirsiniz, maksat söz yayılsın.