27 Şubat 2012 Pazartesi

Kısa kısa - III



I)
Benim kuşağımın sınıf atlama rüyası bilinmez şey degil. Sınıf atladığını düşünen kardeşlerim için kesin tanı koydurucu özellikte bir soru hazırladım:
Son bir ayda "geçim sıkıntısı çekmek" hakkında bir sohbetin parçası veya kulak misafiri oldun mu?
Cevap evetse, senin rüya yalan olmuş kardesim. Cevap hayırsa, bu blogu okuma kardeşim, çok avam fakir muhabbetleri dönebilir, sonra rahatsız olursun. 

II)
Quantum computing, fuzzy logic derken bilgisayarlara bile 1 ile 0'dan ötesini öğretebilir olduk ama meseleleri dikotomiler dışında anlayamayan insanlarla dolu memleket. Yetiş Ya Ajan Smith! 

III)
Mesleği bırakmanın üzücü bir yanını sonunda buldum galiba: Bizim memlekette olmaz ama olur da sevgili meslektaşlarım "süresiz hekim grevi" başlatırsa ona da katılamayacağım. 

IV)
Yüz Yıllık Yalnızlık okuyanların kaçınılmaz kaderi dönüp dönüp ilk sayfadaki aile ağacına bakmaktır. 
V)
Kim bilir kaç bin yıl önce akılsızın biri ilk kez bir toprak parçasının etrafını çevirip, "benimdir" dedi. O günden beri bu mülkiyet hırsının ve onun sonucu olan kurumların (devlet, vergi,  polis, vb) acısını çekiyoruz hep birlikte. Sorarlar ya zaman makineniz olsa ne zaman gider, ne yaparsınız diye. Gider o adamı bulur, ibret-i alem olsun diye bir temiz döverim; maksat, kimse arazi etrafı çevirmeye yeltenmesin bir daha.

VI)
Her ne kadar iğrenç bulsak da bataklık da kendi içinde dengede bir ekosistemdir, tıp fakülteleri de öyle bir şey işte.

VII)
Üzerine çokça kafa yorduğum ve pek önemsediğim bir şey "beraber büyümek". Bunun en sıkıcı hale geldiği durum Anakin/Darth Vader ikilemi. Sen hala Anakin'i hatırlasan ve sevsen de karşındaki insan çoktan Darth Vader'a dönüşmüş. Çoğu zaman bu dönüşümün sebebi de filmdekine benzer bir güç (kariyer/başarı vb.) hırsı oluyor. Kim bilir kaç filme, kitaba konu olmuş bu "gücün kirletmesi/güç için kirlenme" macerasının hala gerçekleşiyor olması, insanın  öğrenebilen bir canlı olduğu yolundaki inancın aleyhinde kuvvetli bir delil. Ne olursa olsun, çoğu durumda, insan sevmeden edemiyor o siyah kabuğun içinde yaşamaya devam eden dostunu; onun artık o kabuk olmadan yaşayamacağını bilse de. 

VIII)
Bu da benim "dindar nesil" tartışmasına katkım olsun: Benim hayalim de "dolapta üç çeşit, hepsi birinci kalite çikolata olsa da onların yüzüne bile bakmayıp tahin helvası yiyen bir nesil" yetiştirmek. Al sana değerlerimizi korumak, al sana muhafazakârlık. 

IX)
Son birkaç haftada adına "cemaat-hükümet gerginliği" denen mesele hakkında yazılan köşe yazılarını, televizyonlarda yapılan konuşmaları bir kitap halinde toplasak, içerik derinliği açısından olmasa da cesamet açısından  Marx'ın Kapital'iyle yarışır. Bu kocaman külliyat içinde hemen hemen her görüşten gelen insanları okumaya, dinlemeye çalıştım. Her zaman bir yanıyla eksik kalan yorumlar ve analizler buldum. Derken Özgür Mumcu çıkageldi ve noktayı koydu benim için; 26 Şubat 2012, saat 11:48'de Twitter'da "Jacques de Molay kendisine ve cemaatinin gücüne çok güvenmişti." yazdı. Boşlukarı saymazsak 54 karakterde meselenin dini-iktisadi geçmişinden, iktidarla ilişkinin doğasına kadar bir analizi ve bir gelecek öngörüsünü tek cümleye sığdırdı adam. Gerek bilgi, gerek analiz-sentez yeteneği açısından bu düzeye yaklaşabilmeyi dilerdim. Bu yorum üzerine söyleyebileceğim tek şey "Allah sonlarını de Molay gibi etmesin" (IV. Philip'in ve soyunun sonu da pek iyi olmadı doğrusu).



8 Şubat 2012 Çarşamba

Göz göre göre gelen

21 Eylül 2011 tarihinde "Bu gidişin sonu" başlıklı bir yazı yazmış ve kredi kartı borcunun yarısını 3 ay ödemeyenlerin kartlarının nakit çekme işlemlerine kapatılmasının olası sonuçları hakkında tahminlerde bulunmaya çalışmıştım.


Sabah gazetesinin bugün yayınladığı haberine göre durum şu:
Kredi kartı borcunun yarısını üç ay ödemediği için kredi kartı nakit çekime kapatılanların sayısı 5 ayda 5 milyon 250 bin oldu. 


Bu göz göre göre gelen bir şeydi, şaşırmaya gerek yok.




Uygulamanın benim öngöremediğim bir başka sonucu da borcunu ödeyen ama kuruşlar düzeyinde eksik ödeyenlerin başına gelenler:
Kart borcunun 5-10 kuruşunu unuttuğu için kartı kapatılan 500 bin kişinin imdadına BDDK yetişti. 20 liranın altında borcu olanların kartı kapatılmayacak.




Tahminimin başlangıç kısmı tutmuş, korkarım gerisi de gelecek, yani ekonomi cephesinde işler iyi değil.


Ekonomide işler kötü gittiğinde, oradaki büyük başarılarla övünülemez hale gelindiğinde siyasetin eksenini oradan alıp başka bir yere kaydırmazsanız sıkıntı çıkar. Bunu yapmanın en kolay yolu da "hayat tarzı siyaseti"dir. Toplumun büyükçe bir kısmının benimsediği değerleri benimsediğinizi (hatta daha da yaygın hale gelmeleri için çalıştığınızı/çalışacağınızı) gösterir bir çıkış yaparsınız, açıklamanızı da öyle kurgularsınız ki karşınızdakilerin alacağı sizi olumlamayan herhangi bir pozisyon toplumun değerlerini benimsememek ve hatta onlara savaş açmak olarak algılanır. Böylece, muhaliflerinizi "toplumdan kopuk siyasetçi" durumuna düşürür ve ekonomideki gidiş sebebiyle sizden uzaklaşması muhtemel oyların gidebileceği aday olmaktan çıkarırsınız, hala en iyi sizsinizdir. 


Son günlerdeki "dindar nesil" tartışmasının bunun dışında fazlaca bir anlamı olduğunu sanmıyorum.









6 Şubat 2012 Pazartesi

Büyük bir yalan - II

Zorunlu hizmetle ilgili yanlış bilinen bazı şeyleri "Büyük bir yalan" isimli yazıda anlatmaya çalışmıştım. O yazı doktorların neden ve nasıl zorunlu hizmete gittiği üzerineydi. Bu yazıda o gidişin dönüşü nasıl olur, aslında nasıl olmaz, bunu biraz anlatmaya çalışacağım.


Zorunlu hizmet kaldırılırsa memleketin bazı bölgelerinde doktor kalmayacağı, oralardaki doktorların büyük şehirlere kaçacağı (çirkin bir fiil ama kullanılan bu, kusura bakmayın), özellikle de kamudan özel sektöre geçecekleri iddia edilir. 


Bu iddiayı doğru kabul edelim ve farazi doktorumuzun kaçış planını (veya bu planın imkansızlığını) inceleyelim.


Doktorumuz orta büyüklükteki illerimizden birinin bir ilçesindeki devlet hastanesinde çalışıyor olsun. Zorunlu hizmet eziyetinin kaldırılmasıyla özgür kalan kardeşimiz zorunlu hizmete giderken Ankara'da bıraktığı ve özel sektörde çalışan eşinin yanına dönmeye çalışıyor olsun (eşi özel sektörde çalıştığından mazaret kuralarına başvuramaz). Keyiften değil, mecburiyetten Ankara'ya dönmeye çalışan bu kardeşimizin başvurabileceği yollar nelerdir?


-Sağlık Bakanlığı'nda kurum içi atama
-Özel hastanelere geçiş
-Bir üniversiteye geçiş
-Muayenehane açmak




Şimdi bakalım bu yollar ne kadar taşlı.




1) Kurum içi atama


Doktorumuz kurum içi atamaya başvurduğunda Bakanlık kendisinin ne kadar hizmet puanı olduğuna bakacaktır. 1,5 yıllık zorunlu hizmeti ile topladığı puan böyle bir atama için yeterli olmayacaktır. Ankara'ya atanabilmek için gerekli puanı toplayabilmek için en az 4-5 sene daha bulunduğu yerde çalışmaya devam etmesi gerekecektir. 


Yani bu yolla "kaçmak" mümkün değildir, kontrol Bakanlık'ın elindedir.




2) Özel hastanelere geçiş


Bu da biraz zor. Şu anda ülkemizde özel hastanelerin hangi branşta kaç doktor çalıştırabileceğine Bakanlık karar vermektedir. Olur mu öyle şey demeyin, olur. Özel sektörde bir işverenin işini istediği kadar büyütebileceğini, istediği kadar çalışanı istihdam edebileceğini,  bunun serbest teşebbüs hakkının ayrılmaz bir parçası olduğunu düşünenlerden olabilirsiniz ama Türkiye'de bir özel hastane ise söz konusu olan, bu düşüncelerinizin gerçek hayatta bir karşılığı yoktur. Bir özel hastane yeni bir doktoru işe almak istediğinde Bakanlık'tan o kişiyi çalıştırmak için bir izin, yani aslında kadro istemek zorundadır. Bu iş öyle bir hal almıştır ki kimi hastaneler ellerindeki kadroları satışa çıkarmıştır, büyümek isteyen ama Bakanlık'tan kadro alamayan diğer hastaneler de bu kadroları (doktor istihdam etme hakkını) satın alır olmuştur (inanmayanlar olabilir, şu habere bir bakıversinler). Söz konusu olan büyük şehirler olduğunda var olan kadroların çoktan dolmuş olduğunu öngörmek zor olmayacaktır, yeni kadro da neredeyse verilmemektedir (Bunun nasıl bir nüfuz ticaretine yol açabileceğini de düşünmenizi isterim. Doğru bağlantılara sahip kişiler bu kadroları Bakanlık'a onaylatıp, doktoru çalıştırmayıp, yalnızca o kadroyu satarak para kazanabilir. "Oldu, bu da delili" diye gösterebileceğim bir örnek yok ama olması bana uzak bir ihtimal gibi görünmez). 


Yani bu yolla "kaçmak" da mümkün değildir, kontrol YİNE Bakanlık'ın elindedir.






3) Bir üniversiteye geçiş


Bu diğerlerinden de zor bir yoldur. Büyük şehirlerdeki üniversiteler genellikle uzun süredir faal olan ve kadroları zaten dolu olan kurumlardır. Norm kadro uygulamasına geçilmesiyle birlikte, üniversiteler hakları olandan daha fazla kişiyi istihdam eder gibi görünmeye başlamıştır. Bunu aşmanın yolu ya öğrenci sayılarını artırmak ya da öğretim üyesi sayısını azaltmaktır. Fiziki koşulların yarattığı sınırlar ve belli bir sayıdan sonra eğitim kalitesinin düşeceği gerçeği göz önünde tutulunca, yapılacak olanın kadroların azaltılması olacağı anlaşılır. Vefat veya emeklilik yoluyla öğretim üyelerini kaybeden bölümlere bile yeni kadro genellikle tahsis edilmemektedir. Bu kadroları düzenleyen YÖK'ün tıp fakültelerindeki istihdamı ve işgücü planlamasını yaparken Sağlık Bakanlığı ile işbirliği içinde olduğu bilinmektedir (şu habere bakınız). 


Bu yolla "kaçmak" da mümkün değildir, kontrol -dolaylı olarak da olsa- YİNE Bakanlık'ın elindedir.




4) Muayenehane açmak


Son yıllarda muayenehaneler genellikle tam gün çalışma çerçevesinde, özellikle de devlet hastaneleri ve üniversitelerde çalışan doktorlar ekseninde ele alınıyor olsa da orada kopan gürültü meselenin esas önemli yönünü gizlemektedir. "Başka hiçbir yerde çalışmayacağım" diyen bir doktor muayenehane açmak istediğinde de bu yine Bakanlık'ın iznine tabidir ve Bakanlık kolay kolay izin vermemektedir. Pek çok özel hastanenin, üniversite hastanesinin ve profesör/doçent ünvanlı  meslektaşlarının olduğu yerde hasta bulmasının zor olacağını bile bile Ankara'da muayenehane açmaya kalkışacak bir doktor büyük olasılıkla izin alamayacaktır. Alabileceği durumda da kontrol yine Bakanlık'ın elindedir.   




Yani bu yolla "kaçmak" da mümkün değildir, kontrol YİNE Bakanlık'ın elindedir.






Kısacası, farazi doktorumuzun eşinin yanına dönmesi, yine bir zamanlar diplomasını gasp edip onu zorunlu hizmete gödermiş olan aynı Bakanlık'ın elindedir. Dönemez o doktor, kalır orada. 




Görüleceği üzere Bakanlık bir doktorun çalışabileceği tüm kurum ve koşullar üzerinde doğrudan veya dolaylı bir kontrol yetkisine sahiptir. Bugün Türkiye'de her bir doktorun hangi işte, nerede çalışacağına karar veren tek otorite Bakanlık olmuştur. Hal böyle iken, zorunlu hizmet kaldırıldığında, doktorların hızla memleketin bazı bölgelerini terk edip büyük şehirlere, özellikle de özel hastanelere akın edeceğini iddia etmek ya meseleye dair yukarıda sıraladığım hususları bilmemektir ya da BÜYÜK BİR YALAN söylemektir. 


Yarın zorunlu hizmet kaldırılsa ve yukarıda sıraladığım gayet zor yollardan herbirinden yararlanabilecek biner doktor çıksa bile yer değiştirecek doktor sayısı en fazla dört bin olur (çok iyimser bir tahmin oldu bu, yarısına da razıyım ben). Yüz binden fazla doktorun çalıştığı, bunun üçte ikiden fazlasının kamuda çalıştığı bu ülkede yüzde beşe bile denk gelmeyen böylesi bir değişikliğin sistemi aksatmasının mümkün olmayacağını öngörmek zor olmasa gerek.




O zaman Sağlık Bakanlığı'na sormak gerek:


Kaldırıldığında sistemin aksamasına sebep olması mümkün görünmeyen, taraf olduğumuz uluslararası anlaşmalara aykırı olan ve bir insan hakları ihlali olan zorunlu hizmet uygulamasını neden sürdürüyorsunuz?





3 Şubat 2012 Cuma

Kölelik Günlükleri - Son fasıl

Son iki haftamın özeti budur:

Gün 50 - Pazartesi: Hiçbir iş yapmadım. Kocatepe Tıp Fakültesi'ndeki görevimden 06.02.2012 tarihinden geçerli olmak üzere istifamın kabulünü isteyen dilekçemi teslim ettim.

Gün 51 - Salı: Hiçbir iş yapmadım. Akademik tatil kapsamında üç gün mazaret izni kullanmak isteyen dilekçemi teslim ettim. Ankara'ya döndüm.

Gün 54 - Pazartesi: Hiçbir iş yapmadım.

Gün 55 - Salı: Hiçbir iş yapmadım. İlişik kesme ile ilgili imzaları toplamaya başladım.

Gün 56 - Çarşamba: Hiçbir iş yapmadım. İlişik kesme ile ilgili imzaları toplamaya devam ettim.

Gün 57 - Perşembe: Hiçbir iş yapmadım. Maaşımın iade etmem gereken kısmını yatırdım. İlişik kesme ile ilgili imzaları toplamayı bitirdim. İlişik kesme işlemini tamamladım. İstifamın kabulüne dair yazı rektör tarafından imzalanarak onaylandı.

Gün 58 - Cuma: Veda ziyaretlerimi yaptım. Ankara'ya döndüm.



İşte hepsi bu kadar. 9 hafta süren bir eziyetin, köleliğin ardından tekrar özgür bir adamım. Diplomamı verdim, hayatımı ve özgürlüğümü geri aldım. Bu hileli oyunda yapabileceğim en adil pazarlık şimdilik bu.

Talihli bir adamım. Uzmanlık alanım hasta muayene edilmeyen, hastanede yapılması gerekmeyen bir branş (en azından Türkiye'de böyle). Aynı anda pek çok şeyi yapabilecek bir adam olarak yetişmem konusunda beni zorlayan bir hocam vardı uzmanlık günlerimde. Memleketin zeki çocuklarını alıp, onları iyi mühendisler olmaları yoluna sokan bir liseden mezunum. Bunların hepsi bir araya gelince uzmanlık diplomamdan vazgeçip, tıbbi cihaz geliştirmeye çalışan bir şirketin AR-GE departmanında bir iş bulabildim kendime. Çoğu meslektaşımın böyle bir şansı yok. Kaçabilecek yerleri yok, diplomalarını devletin elinden kurtarmak zorundalar ve bu sebeple zorunlu hizmet denilen bu köleliğe sonuna kadar katlanmak zorunda kalıyorlar. Benim karşıma çıkan fırsat onlara da sunulsa, eminim pek çok meslektaşım hayatlarını geri alabilmek için diplomalarından vazgeçmeyi göze alırdı.

Fakülte diplomam hala elimde, gerektiğinde adımın başına "Dr." ünvanını yazmaya hala hakkım var ama "Uzm. Dr." devri bitmiştir. Mecburi hizmet kalkarsa gidip diplomamı alırım onu gasp eden Bakanlık'tan. O güne kadar, haritadaki çizgilerin içinde kalan alan dahilinde artık farmakolog değilim.

O çizgilerin dışında mı? Komik olan bu. Gidip YÖK'ten aldığım eğitimin doktora eşdeğeri olduğunu gösterir bir belge alırım, ABD'de veya Avrupa'da bir laboratuvarda post-doc olarak çalışırım eğer istersem veya gerek olursa. Beni farmakolog olarak kabul etmeyen tek ülkede yaşıyorum şu anda.


Bu da böyle bir devlet, bu da böyle bir ülke.
Ve benim, onun tuhaflıklarına gülmeye dermanım kalmadı artık.






Not: Olan biteni anlattım ve bitirdim ama bu meselenin kafamı meşgul etmeye devam edeceği muhakkak. Geriye bakıp düşündüklerimi, bugüne kadar düşünüp yazmadıklarımı veya yazmaya üşendiklerimi önümüzdeki günlerde, haftalarda, aylarda yazarım sanırım.

Önemli Not: Afyon'dan geçirdiğim zamanın iyi anabileceğim kısmı yalnızca birkaç insanla sohbet ettiğim dakikalardır. Odama gelip sohbet eden, sigara içerken muhabbet eden öğrenci kardeşlerime çok teşekkür ederim. En çok da biyokimyadan Kadir, Buğra ve Ayhan kardeşlerime teşekkür ederim. Zor zamanlarda sohbetiniz iyi geldi, minnettarım. Telefonla da olsa beni yalnız bırakmayan arkadaşlarıma burada değil, yüzyüze teşekkür edeceğim, artık yanlarındayım.

Beğendiyseniz paylaşabilirsiniz, maksat söz yayılsın.