21 Ocak 2012 Cumartesi

Kölelik Günlükleri - Gün 043-047


Pazartesi: İşe geldim. Hiçbir iş yapmadım. Misafirhaneye döndüm.

Salı: İşe geldim. Hiçbir iş yapmadım. Misafirhaneye döndüm.

Çarşamba: İşe geldim. Hiçbir iş yapmadım. Misafirhaneye döndüm.

Perşembe: İşe geldim. Hiçbir iş yapmadım. Misafirhaneye döndüm.

Cuma: İşe geldim. Hiçbir iş yapmadım. Ankara'ya doğru yola çıktım.

Sömestr tatilinin başlaması nedeniyle önümüzdeki iki hafta boyunca da hiçbir iş yapmayacağım.

Hiç çalışmadığın bu haftanın maaşını 15 Ocak 2012'de peşin olarak aldım. Kamu kaynaklarının (insan sermayesinin ve vergilerimizin/vergilerinizin) israfı tam gaz devam ediyor yani.

Mecburi hizmet kapsamında, özellikle temel bilim dallarında, üniversitelerde personel çalıştırılmasının verimsizliği ve kurumların bu uygulama nedeniyle gelişmelerine mani olacak bir kısırdöngü içine girmesi hakkında epey fikir birikti aklımda. Onu ayrıca ele alıp, (uzunca)  bir yazı haline getirmem gerek sanırım. Şimdi haftanın özgür geçirebildiğim iki gününün tadını çıkarayım, boş geçen günlerin birinde yazarım o yazıyı.

19 Ocak 2012 Perşembe

İnfantil

Pazartesi akşamı "Sevgili devlet, sen çok haklı oldun(!), bir tur da kardeş haklı olsun mu?" diye yazdım Twitter'da, çocukluktaki "biraz da kardeş binsin bisiklete/salıncağa" lafına atıfla.


Çok geçmedi Emre kardeşim yapıştırdı yorumu: Biraderimi delirttiler, infantil pazarlık kafasına geldi.


Haksız değil adam.
Bu yorumuyla meseleyi anlamama da vesile oldu aslında. Cümlesinde geçen "infantil" sözcüğü yakıverdi kafamın içindeki feneri.


Güney ve Doğu Akdeniz coğrafyasındaki halk ayaklanmalarının tam gaz gittiği dönemde Robert Fisk "authoritarian leaders infantilize their people" yazmıştı, Emre "infantil" deyince bu geldi hemen aklıma. Otoriter liderlerin/rejimlerin halkları çocuklaştırarak hareket ettiklerini anlatmaya çalışıyordu Fisk ve bu "infantilize" fiilinin her iki anlamını da kapsıyordu.


Fiilin ilk anlamı bir kişiyi çocuklaştırmak, bir çocuğun durumuna getirmek; ikincisi ise bir kişiye çocukmuş gibi davranmak.


Otoriter rejim, insanların düşünsel süreçlerini dumura uğratarak meseleleri analiz yeteneklerini de, bu meselelere verecekleri tepkileri de bir çocuğunki seviyesine indiriyordu Fisk'e göre. Dahası, tıpkı bir çocuğun erişkinlere bağımlılığı nedeniyle itirazlarının her zaman bir hududu olması gibi, otoriter rejimlerin insanları da benzer bağımlılıklar nedeniyle bir noktadan sonra seslerini yükseltemez oluyordu. Rejim, insanların itirazlarına da bir çocuğun ağlamasına yaklaşır gibi yaklaşıyordu; aslında hiçbir şeyi değiştirmezken, bir yandn "geçti geçti" diyerek, "bak kuş uçuyor" diyerek, olan biteni unutturmasına yetecek kadar zaman kazanmaya çalışıyordu. Fisk, olanları bu çocuksuluktan çıkış şeklinde yorumluyordu.


Daha derinleştirilebilir bu çocuk-yetişkin, çocuksulaştırılmış vatandaş-otoriter rejim analojisi. Düşündükçe insanın zihnini açan bir tarafı var, biraz kafa yormak anlamaya oldukça yardımcı oluyor kimi meseleleri.




Peki, ben niye çocuksu bir pazarlığın içine düştüm? Yoksa biz de otoriter bir sistemde miyiz? Doktorların diplomalarını elinden alan, onların nerede yaşayıp çalışacağına karar veren, bir özel hastanenin kaç doktor çalıştıracağını bile belirleyen, sağlıkla ilgili tüm yetkiyi elinde toplamış gibi görünen Sağlık Bakanlığı otoriterleşmiş olabilir mi? Bunları da düşünmek gerek elbette.





14 Ocak 2012 Cumartesi

Kölelik Günlükleri - Gün 036-040

Pazartesi: İşe geldim. Anlattığım 3 saat ders için 3 soru hazırladım ve anabilim dalı başkanına teslim ettim. Misafirhaneye döndüm.

Salı: İşe geldim. Hiçbir iş yapmadım. Misafirhaneye döndüm.

Çarşamba: İşe geldim. Hiçbir iş yapmadım. Misafirhaneye döndüm.

Perşembe: İşe geldim. Hiçbir iş yapmadım. Misafirhaneye döndüm.

Cuma: İşe geldim. Hiçbir iş yapmadım. Ankara'ya doğru yola çıktım.



Toplamda bir saat çalıştığım bu haftanın maaşını 15 Aralık 2011'de peşin olarak aldım. Bana öyle geliyor ki burada görevlendirilmiş olmam ve bana verilen maaş, kamu kaynaklarının (insan sermayesinin ve vergilerimizin/vergilerinizin) israfı sayılabilir.

Siz ne dersiniz?

5 Ocak 2012 Perşembe

Kölelik Günlükleri - 05.01.2012 - Gün 032

Beşinci haftanın sonuna yaklaşıyorum.
Rutin oturdu artık:

Pazartesi-Cuma: Eziyet
Cuma akşamı: Yol ve heyecan
Cumartesi: Haftanın bana ait günü
Pazar: Yol ve üzüntü

Fark ettim ki Requiem'in bölümlerinin en azından ilk kelimeleri üzerinden bunu özetlemek mümkün:

Pazartesi-Cuma: Dies irae (Gazap günü)
Cuma akşamı: Libera me, Domine, de morte æterna (Kurtar beni Tanrım, sonsuz ölümden)
Pazar: Oh, Lacrimosa dies illa (Ah, o günkü gözyaşları [Ah o gözyaşı dolu gün])


Cumartesiyi es geçtim. O gün böyle şeyler düşünmüyorum. O günü sevdiklerime ve huzura ayırıyorum.






Bugün henüz perşembe, öyleyse Dies irae:



4 Ocak 2012 Çarşamba

Kölelik Günlükleri - Gün 029-031


Bu komitede bana verilmiş olan son dersi de pazartesi günü anlattım. Komite sonunda öğrenciler sömestr tatiline girecekler, dolayısıyla yakın gelecekte bir işim olmayacak gibi görünüyor. Boş boş oturmaktansa bir şeyler okuduğum günlere geri dönüş yani.

Fırsattan istifade, hazır vakit varken, çokça gelen bir yoruma yanıt vermek isterim. Sıkça gelen bu yorum sık sık ve şiddetli bir şekilde beddua etmem üzerine. Haksızlık ettiğimi düşünen de var, aşırıya gittiğimi de, yakışmadığını da.

Belki de haklılar. 22 sene mektep okumuş, burada yazdığı yazılara bakılırsa daha medeni ve resmi yollarla hakkını arayabilecek bir adamın durmadan ve herkese beddua etmesi de ne oluyor, öyle değil mi?

DEĞİL.

Hakkımı hukuk yoluyla aramayı çok isterdim ama o yol kapatıldı. Burada daha önce değindiğim pek çok hukuksuz yönüne ve Anayasa Mahkemesi’nin iki üyesinin “bu angaryadır ve yasaktır” esaslı itirazlarına rağmen Aralık 2010’da Anayasa Mahkemesi’nin diğer üyeleri 5371 sayılı kanunun yürütmesinin devamına karar verdiğinde iç hukuk yolu kapandı. O günden beri ancak küçük adımlar atmak mümkün. Bu kapsamda, geçen ay, itiraz üzerine Anayasa Mahkemesi ilgili kanunun iki cümlesini iptal etti, böylece istifalara bağlı uygulanan cezalar kaldırılmış oldu ama başlı başına bir hukuksuzluk ve hak gaspı olan zorunlu hizmet uygulamasının kendisi devam ediyor.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yolu açık elbette, orada da dava açıldı ama henüz görüşülmeye başlanmış veya karara bağlanmış değil. Benim içinse bu bir hayal. Sağolası (!) devletimiz diplomamı elimden aldığı yetmez gibi beni atamayı beceremeyip aylarca işsiz bıraktığından, tahmin edebileceğiniz gibi bir parça borcum var; 10 boyunca kimse bakmadı bana, çeviri yaparak ve borçlanarak yaşadım. Yani uluslararası hukukun masraflı yolları şimdilik çok uzak bana.

O zaman durup soralım:
Hakkı gasp edilen ve hukuk yoluyla hakkını arayamayan insan ne yapar?

Ya dağa çıkar ya da sabırla değil sabırsızlıkla adalet yeniden tesis edileceği günü bekler ve bu arada bolca dua/beddua eder. Sokağa çıkmak, eylem yapmak da bir alternatif lakin eylemler Bakanlık tarafından ciddiye alınmadığı gibi (Sağlık Bakanı’nın doktor eylemlerini internetten araştırın, göreceksiniz), doktorların grev/eylem yapmaya hakkı olmadığını savunanlar bile var (Bakanlık buna dahil). Hakkımızı arayalım derken, en baştan haksız ilan ediliyoruz. Bir yol da, bir şeyleri değiştirmeye yetmeyeceğini bilsen de, en azından yapılan haksızlığı ifşa etmek, günün birinde dönüp bakılabilecek bir kaydını tutmak adına yapılanları anlatmaktır ki bu blogda yapmaya çalıştığım biraz da budur.

Dağa çıkacak değilim, herhangi bir doktorun da bu yola başvuracağını sanmam; bunu  tavsiye de etmem.
Kaldı elimizde sabırsızlıkla beklemek ve dua/beddua etmek. Bu hakkımı da sonuna kadar, ilgili herkesi kapsayacak şekilde ve şiddetle (içeriği de şiddetli olacak şekilde) kullanmaya devam etmek niyetindeyim çünkü bu devlet ve cemiyet bana yapacak başka bir şey bırakmadı. “Sus ve kabullen” diyenlere söyleyeceğim şudur: Özgürlüğü yitirdim ve köleyim ama henüz insanlığımı yitirmedim.

Beddua ederken çok kalabalık bir nüfusu hedef alışım da eleştirilmiş. O zaman şöyle bir soru soralım:
Temsili demokraside bir kararın sorumluluğu yalnızca o kararı alan ve uygulayan vekillere mi aittir, yoksa onlara bu yetkiyi verenler de sorumluluğun ortağı mıdır?

Benim bu soruya cevabım “evet, halk da ortaktır yapılan haksızlığa” şeklinde. Eğer öyleyse, bedduanın çerçevesini geniş tutmakta sakınca görmüyorum.

Beddua filan derken hazır hukukun alanından çıktık, daha soyut bir mecradayız, buradan devam edelim.

Aslında burada başka bir tartışma daha var. Memleket efradının büyükçe bir kısmı müslüman olduğunu söylemekte. Peki, bir müslüman bir yönetici seçse ve o yönetici kul hakkı yese, o müslüman da buna mani olmasa ve o yöneticiden bunun hesabını sormasa, o yenen kul hakkının vebali o müslümanın da boynunda yük olmaz mı? Yarın Hakk’ın divanında bunun hesabını vermek gerekmez mi?

Eğer gerekiyorsa, yandın necip Türk milleti. 6,5 yıldır bu ülkenin binlerce doktorunun hakkı yendi. Meslekleri ve diplomaları ellerinden alındı, zorla çalıştırıldılar, ailelerinden uzağa gönderildiler, çocukları anasız-babasız büyüdü. Bunca vebalin, bunca kul hakkının hesabı elbet sorulur da acep üleştirilirken yalnızca mebuslar mı katılır hesaba?

Buna da biraz kafa yormak gerekir herhalde.

Beğendiyseniz paylaşabilirsiniz, maksat söz yayılsın.