6 Ekim 2012 Cumartesi

Kısa kısa - VI


I)Provokasyona gelmek ve linç milli spor adeta. Bunlara karşı eğitime erkenden başlasak iyi olurdu. “Ayşe provoke olma”, “Ali linç etme” gibi fişler hazırlayalım mini mini birler için diyeceğim ama okuma fişi de kaldırıldı galiba. Nasıl yapsak?

II)“Harfiyat” yazan arkadaşlar var ama öyle bir sözcük sözlükte bile yok. “Hafriyat” demeye çalışıyorlar galiba.


III)Neden bilmem, doktorla konuşan hastalar ve hasta yakınları “kusmak” fiilini kullanmaktan kaçınıyorlar. Bizim çocuklar hiç kusmuyor, hep “isti(ğ)far” ediyorlar. Tamam, nazik olmaya çalışmak güzel de, o fiilin de doğrusu “istifra”. Nazik olacağım derken, dili yanlış kullanıp rezil olmaya gerek yok. Kusmak gayet güzel bir fiilimizdir, söz konusu derdi güzelce anlatır. “Bizim çocuk sabahtan beri 3 kez kustu” demekten çekinmeyiniz, doktorunuz kızmaz (zaten haddi değil), ayıplamaz (Bu paragrafa “doktor halkımıza cahil dedi, aşağıladı” yorumu yapacak zeka küpü arkadaşlar çıkmasını bekliyorum).


IV)Dil zabıtasına dönüştüm. İki seferdir yazılarda yazım hatalarına değiniyorum. Çok bilmişliğin gereği yok, biliyorum ama insanın sabrının tükendiği bir yer de var hani. Gazete yorumları, Twitter, Facebook fark etmiyor; hangi mecrayı bulursak orada fikir beyan etmeye pek meraklı olduk ama kamuya açık alanda açıklama yapacak kadar bilgisine, fikrine, eğitimine güvenen insan “dahi anlamındaki de”yi ayrı yazmayı beceremeyince bende sigorta atıyor sonunda. Huysuz amca performansıma burada son vererek yeni bir konuya geçiyorum. 


V)Yukarıdaki paragrafı yazmamın üzerinden ancak 10-15 dakika geçmişti ki Mehmet Ali Birand, Twitter’da “Tweet'lerimdeki harf hatalarima takilanlara bayiliyorum. Sanarsiniz ki ,kendileri hic hata etmeyen isvicre saati!!! Biraz rahat olun lutfen!” yazdı. Bunu yazan kişi her gün gazetede yazı yazıyor, haber sunuyor, belgeseller hazırlamış, kitaplar yazmış.  Kısacası ekmeğini ”dil”den yiyor. Dilin kullanımı konusununda dikkat ve özen bekleyeceğimiz birileri varsa, tam da Birand gibilerdir sanırım ama o bunu söyleyebiliyor. Sonra bana “abi niye deliriyorsun” diye soruyorlar, gel de delirme.


VI)Kıymetli bakan Egemen Bağış “Gazetenin biri Başbakanımızı 1500 kişinin koruduğunu iddia etmiş. Çok ama çok yanlış. Başbakanımızı milyarlarca insanının duaları koruyor.” yazdı 06.10.2012 tarihinde Twitter’da. Buna göre:


a) Tüm İslam alemi desek, milyarlarca kişi etmiyor. Sanırım tüm Çin ve Hindistan ahalisi de olaya katılmış (Afrika?). Onların duaları da makbulmüş demek Allah katında. Bu konuda hüküm vermek Allah'tan gayrı kimseye düşmez ama İslamda öyle miydi yahu?).

b) Eğer bakan haklı ise, vergilerimizle boş yere adam istihdam ediliyor. Sayın bakana önerim, o korumaların işlerine son verilmesi ve oradan tasarruf edilen paraların Avrupa’ya gidecek  öğrenciler için bir fona aktarması hakkında bir önerinin hazırlanması  için gerekli işlemleri derhal başlatması olacak bu durumda. Nereden baksan, her sene 1000 öğrenciyi daha, sürünmeyecekleri kadar bir parayı ceplerine koyarak, Avrupa’ya tahsile göndermiş oluruz. Son zamanlarda hiçbir şey yapmadığı iddia edilmeye başlanan Bakanlık da Avrupa Birliği ile ilişkilerde dev bir icraata imza atmış olur.

c) Yok eğer korumalar lazım ise, Sayın Bakan mübalağanın sınırları konusuna özen göstersin. İslam ifrattan da, tefritten de sakınmayı öğütler; söz sanatları tam da bu öğüdün tutulacağı bir meseledir.

1 Ekim 2012 Pazartesi

Kısa kısa - V


I)
Veri ve istatistik temel olarak iki grup insanın işine yarıyor:
-Sorularına cevap arayanlar
-Birilerini kandırmanın örtülü bir yolunu arayanlar (başkaları sorularının doğru cevaplarını bulamasın diye uğraşanlar)

II)
Hayatımızın en güzel özetlerinden birini ve kurtuluş reçetemize dair bir ipucunu geçenlerde Twitter’da Fırat K. isimli kullanıcı yazdı:
Devlet baba artık anamdan boşansın istiyorum.

III)
İnternet “troll”lüğü ne kadar gereksiz bir modaya dönüştü yahu; beceren, beceremeyen, çapı yeten, çapı yetmeyen “troll”lük peşinde. 20-30 yıl sonra “Ben de gençliğimde “troll”düm,  hem de nasıl. Hatırlarım, bir gün filanca ünlüyü bir “troll”ledim ki...” diye şişinen yaşlı amcalar olacak galiba. Yavan!

IV)
Maçın başlarında bir şekilde bir gol bulup, sonra bütün maç boyunca 1-0'ın üstüne yatmaya çalışan, bu sırada maçı da öldüren takım yenilince çok mutlu oluyorum.

V)
Recep Tayyip Erdoğan’ın beklenen kongre konuşmasında dikkatimi çeken bir bölüm oldu, şöyle dedi Başbakan:

Biz, 10 yıl boyunca yaptıklarımızı Kürt kardeşlerimizin başına kakacak bir
parti, böyle bir hareket asla değiliz. Biz Kürt kardeşlerimize karşı yüzlerce adım attık; şimdi artık, bu yeni dönemde, Kürt kardeşlerimin bizlere karşı bir adım atmasını bekliyoruz.

Bir tuhaflık, bir hata yok mu? Bence var. Olumlu bir şey anlatmaya çalışılmış ama metin “kardeşlerimize doğru” yerine “kardeşlerimize karşı” diye yazılınca olumsuz bir anlam da çıkması mümkün, hatta dili doğru kullanacaksak bu cümle öyle anlaşılır. "Karşı" birinin yaptığı hareketin tersi yönünde anlamına gelirken, “doğru” onun olduğu tarafa yönelen hareketi ifade eder (ingilizceyi yardıma çağıracak olursak against-toward nüansı gibi). Cümleyi böyle kurunca olumsuz anlaşılabilir, bir tür zıtlaşmayı düşündürebilir. Bu kadar beklenen bir konuşmayı hazırlayan ekibin dilin nüanslarına bunu ayırt edecek kadar hakim olması beklenirdi ama öyle olmamış. Biraz art niyetli olsan buna “Freudian slip” bile demek mümkün ama ben yine de demeyeyim.

14 Eylül 2012 Cuma

Kısa kısa - IV


I)
Nişastalı besinler içinde işlenmişlik düzeyi ve basitliği açısından kuru ekmekten bile daha düz bir şey varsa, o da haşlanmış patates herhalde. Bu durum çok lezzetli olmasına engel olmuyor ama.

II)
İshal olmuş kişi için pişirilen haşlanmış patatesi canım çekse de (mis gibi kokuyor nimet)  yiyemiyorum, hastanın ilacını çalıp iyileşmesine mani oluyormuşum gibi geliyor. Aptalca olduğunu bilsem de, durum budur.

III)
“Bu bilinmelidir” dediğim ama bilmediğim, bilmediğimden utandığım şeyler var.

IV)
Bilmeyen, bundan da utanmayan, hatta bilmemekle övünen adamlar türedi. Bu ülkenin aydın geçinenlerinin bir kısmının haddinden fazla cahil ve salak olmasının, kimseye bilgiyi ve bilmeyi aşağılama hakkı vermediğini hatırlamakta ve hatırlatmakta fayda var sanki.  

V)
Ahmaklığın her türü serbest memlekette, ahmaklık etmek varken akıllı bir insan gibi davranmak ahmaklığı da dahil olmak üzere. Durmayın, siz de faydalanın bu hürriyetten.

VI)
Beethoven’ın 14 numaralı piyano sonatına “Ayışığı” adını veren Ludwig Rellstab’ın eseri hiç anlamadığı kesin.

VII)
“Beyinsiz” sözcüğü keşke fiziksel bir durumu anlatıyor olsaydı. Onca beyinin, hiç kullanılmadan, toprağa, çürümeye gittiğini görmenin iç acıtan bir tarafı var.

VIII)
Şu hatayı bir düzeltelim. O deyimin doğrusu “içten bile değil” şeklinde değil, “işten bile değil” diye kullanılır. Yani şöyle diyor  adam: Yapmak o kadar kolay ki, iş(ten) sayılmaz”. Aramızda “içten” şeklinde kullanan üniversite mezunları, mebuslar vb. var, gördükçe üzülmekle kalmıyorum, sinirleniyorum.

IX)
Halının, buzdolabının kampanyası bile mevsimlikken, sürekli kampanyada olan bir şey var, o da sildenafil içeren haplar. Libidonuza sağlık vatandaşlar, kanunsuzluğunuza kuvvet eczane sahipleri.

X)
Madem süper kahraman hikayeleri anlatmayı seviyorsun, git, fantastik edebiyat türünde eserler ver, çizgi roman işine gir. Neden politika hakkında köşe yazıları yazıyorsun? Sana da yazık, bize de.  

27 Mayıs 2012 Pazar

Kutsal (!)

Türk Dil Kurumu'nun Büyük Türkçe Sözlüğü'ne göre, kutsal sözcüğünün anlamları şöyle:


1. Güçlü bir dinî saygı uyandıran veya uyandırması gereken, kutsi, mukaddes. 
2. Tapınılacak veya yolunda can verilecek derecede sevilen, kutsi, mukaddes, lahut: 
3. Bozulmaması, dokunulmaması, karşı çıkılmaması gereken, üstüne titrenilen
4. fel. Tanrı'ya adanmış olan, tanrısal olan.
5. Tanrı'ya adanmış olan. 
6-Tanrısal olan, bütün var olanların, yeryüzüne ilişkin olanın üstünde yükselen, ondan bütünüyle başka olan. 
7. Ahlaksal yetkinliğe ulaşan, bu yolla Tanrı'ya yakınlaşan kişilerin niteliği (azizler, evliyalar, ermişler).
8. Bir toplumda ya da bir toplumsal kümede dince yüceltilen ve "dünya işleri"nden ayrı nitelikte olduğuna, ayrı bir düzen içinde yer aldığına inanılan (şeyler).
9. Güçlü bir dinsel saygı uyandıran veya uyandırması gereken kimse.
10. Tapınılacak veya yolunda can verilecek derecede sevilen. 
11. Uğur getirdiğine inanılan.


Hekimlik mesleği, tarihin çeşitli evrelerinde yukarıda sıralanan tanımların bir veya birkaçına uymuş olabilir ama bugün bunlarla hiçbir ilgisi olmadığı kesin. Kimse kalkıp, "ama hayat kurtarıyorlar" demesin, zira "hayat kurtarmak" fiili de yukarıda sıralanan tanımlara göre kutsal değil. Dahası, bir doktorun günlük programına baktığımız zaman, mesaisinin ne kadarını hayat kurtarmaya, ne kadarını rutin işlere ayırdığı ortadadır. 


Toplum nazarında giderek gözden düşen bir mesleğin mensubu olan meslektaşlarım, bu kutsallıkta hırpalanan egolarına pansuman yapan tatlı bir his buluyor olabilirler ama kendini buna kaptırmak gerçekten kopmaktan başka bir işe yarayacak değildir. Hele ki, sıklıkla karşı karşıya kaldığımız tartışmalarda hiçbir kullanışlı yanı yoktur bu iddianın.


Cemiyet, doktorluğa bir zamanlar kutsallık atfedildiğini tek bir durumda hatırlar: Doktorlar greve gitmek istediğinde.


"Siz kutsal bir iş yapıyorsunuz, işinizin doğası farklı" bahanesinin ardına saklanıp, maaşlı çalışan her insanın hakkı olan grev hakkını doktorların elinden almaya çalışan kafaya söyleyecek bir sözü olmasını arzu eden her doktor öncelikle şunu kendisi kabul etmelidir:


Kendi hesabına çalışan bir tür küçük burjuva olduğumuz günler de, işimizin kutsallıkla ilişkilendirilebilir bir pratiği olan zamanlar da çok gerilerde kaldı. Neredeyse hepimiz, bize daha az para vererek daha çok iş yaptırmaya çalışan, bu şekilde maliyeti azaltıp karı artırmaya çalışan işverenlerin (devlet veya özel) maaşlı çalışanlarıyız. Cemiyetin örgütleniş tarzı içinde, özü itibariyle, fabrika işçisinden, inşaat amelesinden bir farkı yok artık doktorun. 


Örselenmiş egolarımızdan arınır da bunu bir kabul  edebilirsek, pek çok şeyi anlamak da, anlatmak da, çözmek de daha kolay olacak. Hadi, bir gayret...   

21 Mayıs 2012 Pazartesi

Bir ustama saygı



(28 Mayıs 1925 – 18 Mayıs 2012)





Kitaplardan ve insanlardan öğrendiğimden daha fazlasını müzikten öğrendiğimi düşünüyorum kimi zaman. Dolayısıyla, o müziği bana öğreten insanlara karşı büyük bir borç altında hissediyorum kendimi. Bu insanlara saygım çok büyük. 

Talihsizliğim, doğmak için biraz geç kalmış olmam. Richter, Furtwängler, Horowitz, Annie Fischer, Kempff, Arrau; hepsi ben onları keşfetmeden önce ölmüşler. Hala yaşayan ve bu derecede saygı duyduğum müzisyenler az; Erkan Oğur, Martha Argerich, Harnoncourt ilk aklıma gelenler.

Bana çok şey öğreten adamlardan biri iki gün öncesine kadar hayattaydı, şimdi o da yok. Richter the Enigma belgeselinde görmüştüm Dietrich Fischer-Dieskau'yu ilk kez. Richter'in çaldığı piyanoya doğru eğilip doğrularak, büyük bir coşkuyla söylüyordu. Merak ettim, peşine düştüm, dinlemeye başladım. Mahler'in senfonilerini dinlemeye başlayacak cesareti bulabilmemi sağlayan, öncesinde liedlerini ondan dinlememdi. Bir türlü öğrenemediğim, hakkını veremediğim bir şey varsa klasik müzikte o da vokal eserlerdir. Benim için o duvarın arkasını az da olsa görmemi sağlayan adamlardandı.

20 yy. seviyesine ulaşılması çok zor yorumcular yetiştirdi, ve şimdi onlardan biri daha gitti. Teşekkürlerimi sunarım kendisine. 


Mahler'in "Lieder eines fahrenden Gesellen" serisinin en sevdiğim bölümüdür "Die zwei blauen Augen von meinem Schatz". Bu yazıyı onunla bitirmek uygun olacak galiba. Orkestrayı Furtwängler yönetiyor,  Dietrich Fischer-Dieskau söylüyor.





14 Nisan 2012 Cumartesi

Hit me baby, one more time

Bu bloga "haymatlos" adını verirken aklımdaki daha çok bir zihin halini tasvir etmekti ama gerçekten haymatlos olmak veya iltica etmek, Sağlık Bakanlığı'ndan kurtulmamın tek yolu olacak sanırım. 


Harran Üniversitesi'nden istifa edip, istifamı belgeleyen evrakı Bakanlık'a götürdüğümde, tekrar kuraya girmem için dilekçe ile başvurmam gerektiği, istifa sonrası otomatik olarak yeniden kuraya alma işlemi yapılmadığı söylenmişti. Ben de dilekçemi vermiş ve kuraya katılmıştım.


O kurada da Afyon Kocatepe Üniversitesi çıktı, iki ay çalıştım ve istifa ettim. Şimdi Ankara'da bir şirketin tıbbi danışmanlığını yapıyorum. Diplomamdan vazgeçtim, mesleğimi icra etmiyorum, yeni bir işim var, ona alışmaya çalışıyorum. Sevdiğim insanların arasındayım ve huzurluyum. Daha doğrusu iki gün öncesine kadar huzurluydum. Sonra bu hikayenin kötü karakteri Sağlık Bakanlığı yine çıkageldi.


2 gün önce akşam üstü arkadaşım arayarak "senin adın zorunlu hizmet kurasına girecekler listesinde var" dedi. Ben bir daha kuraya girmeyeceğimi düşünüp, "diplomayı verdim ama hayatımı geri aldım, Bakanlık'tan da kurtuldum" zannederken, benim haberim olmadan adım listeye girivermiş. Açtım, listelere baktım, mazareti bitenler listesinde adım var gerçekten de. Kuraya girecek tek farmakolog benim, tıbbi farmakoloji için açıklanan  tek kadro ise "MALATYA SAĞ. MÜD. ECZACILIK İŞLERİ İLE İLGİLİ ŞUBE MÜDÜRLÜĞÜ".




Ben de, ne olduğunu anlamak üzere Bakanlık'a gittim.


İtiraz: Hani ben dilekçe ile başvurmazsam beni kuraya almayacaktınız?


Cevap:  O kural 657 sayılı kanuna tabi olarak çalışıp görevinden ayrılanlar veya müstafi sayılanlar için geçerli. 2547 sayılı kanuna göre çalışanlardan görevinden ayrılanlar veya görevine hiç başlamayanlar, durumlarıyla ilgili belgelerin Bakanlık'a ulaşmasının ardından ilk kuraya dahil edilirler. Geçen sefer arkadaşlar yanlış işlem ve bilgilendirme yapmışlar, sizden dilekçe almalarına gerek yoktu.


Yorum:
Aynı kura ile insanların farklı statülerde görevlere gönderilmesini yanlış bulduğumu daha önce de belirtmiştim. DHY kuralarında bu hep yapılıyor, üniversitelere gönderilenlerin durumunda hep bir tuhaflık var. Bu tuhaflıklardan birini daha öğrenmiş oldum.

Bu açıklama sayesinde aklıma takılan bir sorudan da kurtulmuş oldum aslında. Bu cevabı duyana kadar kendime şunu soruyordum: Ne yani, ben özel sektörde çalışmaya devam edip onların çektikleri kura ile belirlenen yerde göreve başlamadığım sürece, yıllar boyunca bana kura çekmeye devam mı edecek bu Bakanlık? Etmeyecekmiş. Bu kurada açtıkları tek kadro 657'ye tabi çalışılacak bir görev için. Dolayısıyla bu son. Öte yandan, diğer kuralarda olduğu gibi bunda da bir üniversiteye yollamış olsalar, evet, yeniden kura çekeceklermiş; 657 ile çalışılan bir yer denk gelene kadar kuraya devam yani.

Burada bir tuhaflık daha var. Daha önce verdikleri bilgi nedeniyle ben kendimi artık muaf sandığımdan kura listelerine bakmamıştım bile. Arkadaşım şans eseri adımı görüp bana haber vermemiş olsaydı Bakanlık, benim haberim dahi olmadan;
-önce, beni bir kuraya dahil edecek,
-sonra, tercihlerimi içeren bir belge yollamamı bekleyecek,
-sonra, bu belgeyi yollamadığımdan beni genel kuraya dahil edecek,
-sonra, o genel kura ile beni bir yere atayacak,
-sonra, bu yeri internette ilan edip, internet ilanını tebligat olarak kabul ettiğinden adresime bir belge yollamadan göreve başlama süremi işletmeye başlayacak,
-sonra, o süre içinde göreve başlamadığımdan beni müstafi sayacaktı.

Müstafi sayılmamla birlikte bir yıl boyunca devlet memuriyetine ve DHY kuralarına girmekten men edilmiş olacaktım. 657 sayılı kanunla sınırlanmış olan memuriyetten istifa haklarımdan birini de kullanmış olacaktım. Bütün bunlarda haberim dahi olmayacaktı.

Haberim oldu da, ne oldu sanki? Bütün bunlar yine olacak, benim haberim olmuş olacak yalnızca; bir de tercih yapmayacağım elbette.

Bitmeyen maceramın son bölümü (şimdilik) bu, bakalım daha ne numaralar çıkacak.

27 Mart 2012 Salı

Dershaneler kapanırsa


Bu ülkenin en kötü alışkanlıklarından biri meseleleri somut verilere dayalı tartışma alışkanlığının yeterince yerleşmemiş olması. Bunun kendini en belirgin ortaya koyduğu durumlar ise ekonomi tartışmaları, özellikle de çeşitli sistemlerde (sağlık, eğitim) yapılacak değişikliklerin ekonomik yönüne dair konuşmayışımız.

Bir süredir eğitim sisteminin 4+4+4'e geçmesi etrafında dönüp duran bir tartışma var. Bunu duyar duymaz aklıma gelen ama cevabını bulamadağım sorular var:

1) Bu uygulamaya geçildiğinde MEB tarafından istihdam edilen öğretmen sayısında artış olacak mı? Olacak ise, bütçeye eklenecek yıllık masrafın ne kadar olacağı tahmin edilmektedir?

2) Mevcut okulların bu sistemi uygulamaya yeterli olmadığı il-ilçe sayısı kaçtır? Kaç yeni derslik/okul inşa etmek gerekecektir? Bunların toplam masrafı ne kadar olacaktır? Bu masrafın kaç yıla yayılacağı öngörülmektedir?

3) Yukarıda sorularda belirtilen masraflar ne şekilde karşılanacaktır? Bütçeye ne şekilde ek gelir sağlanacaktır?



Görebildiğim kadarıyla, kanun tasarısında ve eklerinde bunlara dair açıklamalar yok. 2012 yılı bütçesinin hazırlanıp onaylandığı düşünülürse, kanun onaylanırsa benim sorularıma cevap alabileceğim en yakın tarih 2013 yılı bütçesinin görüşmeleri zamanında olacak. Benim bildiğim, devletin parasını harcayan hesabını vermek zorundadır. Yani, Milli Eğitim Bakanı ve Maliye Bakanı beraberce oturup bunları hesaplamış ve kanun önerisiyle birlikte bize sunmuş olmalıydı ama hesap verirlik anlayışımızın gelişmişlik düzeyi göz önünde bulundurulunca, böyle şeylere gerek olmuyor demek ki.

Elim değmişken biraz hesapla ben yardım edeyim bari tartışmaya. İşin tartışılan bir yönü de dershanelerin kapatılacak olması meselesi. Bana sorarsanız, sınavları kaldırsanız dahi, üniversiteleye giriş için insanları sıralayan herhangi bir sistem olduğu sürece dershaneler varlığını sürdürecektir. Eğitimin ortalama kalitesini artırmak öğrencilerin seviyesini gösteren çan eğrisini sağa kaydırabilir ama o eğrinin ortasından sağ ucuna doğru kaymak isteyen bireylerin tek çaresi yine de milli eğitim sistemi dışında bir kaynağa yönelmektir.

Yine de dershaneler kalkarsa ne olur ona bir bakalım.

Mahfi Eğilmez'in takip edilmesini şiddetle tavsiye edeceğim blogu Kendime Yazılar'da işsizliğin nasıl hesaplandığı şöyle özetlenmişti:

İşgücünü oluşturan 26.254 bin kişinin 23.678 bini istihdam edilmekte (çalışmakta), geri kalan 2.576 bini işsiz konumunda bulunmaktadır (iş aramaktadır.) İşsiz sayısını (2.576 bin) işgücüne (26.254 bin) bölüp 100 ile çarparsak ((2.576 bin / 26.254 bin) x 100)) işsizlik oranını buluruz (yüzde 9,8.)

Ulaşbilidiğim en yeni tarihli verilerde dershanelerde çalışan öğretmen sayısı 2010 itibariyle 50000 olarak veriliyordu. Buna göre formülde yerine koyarsak yarın tüm dershaneler kapanır ve o öğretmenler işsiz kalırsa yeni işsilik oranımız şöyle oluyor:

(2576+50)/26254*100= 10,00

Yalnızca öğretmenleri hesaba katınca bile işsizlik %0,2 artacak yani. Bunun yarısı kadar da dershanelerde diğer işlerde çalışan personel olduğunu varsaysak, 75000 yeni işsizimiz olacak ve artış %0,3, işsizlik oranı %10,1 olacaktır.

O dershanelerin kantinlerinin kapanması hazır gıda sektörüne, baskı işlerinin durması matbaacılık sektörüne ufak da olsa zarar verecektir. Öğrenciler taşıyan servisler vb. gibi daha pek çok yan faktör hesaba katılabilir. Bu da ekonomimizde hafif bir küçülme yaratacaktır. Dershanecilik sektörü + yan sanayisinin büyüklüğünü bulamadım. Bulursam ona dair oranı da hesaplarım.

Ekonomik başarılarıyla övünmeyi seven politikacılarımız var. İşsizlikte böylesi bir artışı görmek ve göstermek isterler mi, emin olamıyorum ama sayılar bunlar.

Meseleleri düzgün tartıştığımız günler dilerim.

18 Mart 2012 Pazar

Daima yalnız yürüyeceksin

Bir Tıp Bayramı haftasını daha geride bıraktık. Siyasilerden ve resmi ağızlardan gelen açıklamalara meslek örgütlerinden yapılan açıklamalar eklendi. Bolca laf...

18 Mart 2012'de İstanbul Tabip Odası bir yürüyüş de düzenlemiş, duyurusu şöyle:


Resmi sitelerindeki daha geniş duyuru da bu linkten görülebilir.

Yok mu bir eksiklik? Olmaz olur mu...

İTO'nun ve TTB'nin çok sayın yetkilileri, gelin sizinle bir hesap yapalım (bu hesabı sizin çoktan yapmış olmanız gerekirdi ama olsun, geç olsun da güç olmasın).

Halihazırdaki devlet hizmet yükümlülüğü (DHY) uygulamasına esas teşkil eden kanun Haziran 2005'te yürürlüğe girdi. Buna göre.

1) 2005'ten beri tıp fakültelerinden mezun olan her hekim bu kanunun mağdurudur. 7 sene, her sene 4000 mezun desek, 28000 doktor.

2) Uzmanlık eğitimini 4 sene kabul edersek 2001 Eylül TUS'undan başlayarak 2005 Haziranına kadar uzmanlık eğitimine başlayanlardan bu eğitimi tamamlayanlar da kanun kapsamındadır. 8 TUS dönemi, 500'erden saysak, eder 4000 kişi daha.

Asgari hesapla 32000 doktor. Memlekette yaklaşık 110000 doktor var. Meslektaşlarımızın %30'u ediyor yani bu kanunun mağdurları. 

Ve bir mesleğin mensuplarının %30'una dair tek satır göremedim yine açıklamalarınızda. Meslektaşlarımızdan %30'u köle olarak çalıştırıldı, çalıştırılıyor, çalıştırılacak. Diplomaları gasp edildi. Kimisinin ailesi parçalandı ve zorunlu hizmet bittikten sonra bile ailelerinin yanına dönemiyorlar mevcut tayin/atama kriterlerine göre. Doktorları bu devletin eşit vatandaşları olmaktan men eden bir insan hakları ihlali var ortada. Bu, öncelikli bir problem değil midir size göre? Öncelikli olmasa bile, en azından o listede kısacık bir yeri hak etmez miydi?

İTO'nun duyurusunda sıralanmış problemlerin hiçbiri net olarak tanımlanmış şeyler değil. Oysa DHY net tanımlıdır. Nasıl uygulandığı, hangi kanuna dayandığı, nelere sebep olduğu bellidir. Belirsiz düşmanlara kargı sallamaktansa, ne olduğu belli bir problem konusunda çözüm üretmeye çalışma imkanı vardır burada. Diyebilirsiniz ki, "Anayasa Mahkemesi'ne bile gidildi, hallolmadı işte". O zaman ben de derim ki "Sıraladığınız problemlerin bazıları da kanunla hüküm altına alınmış meseleler, DHY ile mücadele edilemiyorsa onlarla da mücadele edilemez". 

Uzun lafın kısası:
Neden DHY gündeminizde değil? Bir gün gündeminize girecek mi?

Böylesine temel bir meseleyi yok saydığınız sürece, ne kadar yürüyüş yaparsanız yapın meslektaşlarınızın bazıları yanınızda olmayacak. O meşhur şarkıyı biraz değiştirirek söylersem:

Daima yalnız yürüyeceksiniz (you'll always walk alone).

Veya belki ben yanlış anladım. Aslında, bunu bize söyleyen sizsiniz. Devlet diplomamızı çalarken, rüzgara karşı biz yalnız yürüyeceğiz. Siz, bizi yalnız bırakmaya devam edeceksiniz.

Peki, o zaman meslek örgütü olarak ne işe yaracaksınız?

You'll Never Walk Alone, Shankly Gates, Anfield 
(Foto: Wikimedia Commons)



15 Mart 2012 Perşembe

İspatla arkadaşım!


Köşe yazarlarına gıpta ediyorum. Müthiş bir rahatlık ve boş vermişlik içinde hareket ediyorlar kimi zaman yazılarını kaleme alırken.

Bu blogu yazmaya başlayadığımdan beri objektif verilerle desteklenmesi gereken herhangi bir iddiada bulunacaksam, gidip ilgili verileri bulmaya çalışıyorum. Yazıda yer vermesem dahi, iddiamın ispatlanabilir olduğunu kendim görmeden yazmamaya çalışıyorum. Aklıma gelen kimi şeyleri verileri bulamadığım için yazmadığım zamanlar oldu.

Bunu kendimi kanundan korumak için yaptığımı düşünüyordum. Olur da bir şekilde hesabını vermem gerekirse, bunu yapmak mümkün olsun diyordum. Fark ettim ki, mahkeme korkusundan çok mesleki dejenerasyon, yıllardır bilimsel makale okumaktan gelen bir şey. Bir makale ortaya koyduğu verilerin işaret ettiklerinden çok ötede, düpedüz spekülasyon vasfında şeyler söylemeye başlayınca ben de onu ciddiye almamaya başlıyorum. Tezimi yazarken de tartışma kısmında olabildiğince bu tarz spekülatif yorumlardan kaçınmaya çalışmıştım. Doğrusunun, yapılması gerekenin de bu olduğunu düşünüyorum. Bloga yazarken de böyle bir mecburiyet varmış gibi davranmaktan kendimi alıkoyamadım galiba bugüne kadar.

Veriyi bulamadığımdan yazamadığım şeyler kafamda dönmeye devam etmiyor demek değil bu. Nasıl olur da yazarım sorusuna cevabım bunları “hipotezler-iddialar” gibi başlıkla yazmak oldu. Daha yazının başlığından söyleyeceklerimin, en azından benim tarafımdan ve en azından henüz, ispatlanabilir şeyler olmadığını belirterek yazmakta bir sakınca olmaz sanırım.

Bir de bunu deneyelim bakalım.

Köşe yazarları da ara sıra veri sunarak iddialarını ispatlamayı denerse, işimiz tamamdır.




14 Mart 2012 Çarşamba

Doktorların ayrıcalık talep etme hakkı yoktur

http://www.asistanhekim.org/  adresinde yayın yapan arkadaşlar yeni ve açıkçası tuhaf bulmadan edemediğim bir fikirle çıkageldiler. Askerliği mecburi hizmetten saydırmak veya bu ikisinden yalnız birini yapmak. Facebook üzerinden şöyle ifade etmişler öneriyi:


"Tıp fakültesini bitiriyoruz diplomamız verilmiyor, vatandaşlarımıza hizmet için mecburi hizmete gidiyoruz bir şey demiyoruz, karı koca herkes ayrı yerlere atanıyor sesimizi çıkarmıyoruz!

Askerlikle ilgili Hekimlere özel bir şey istiyoruz... Hep kendimizden veriyoruz bu kez birşey istiyoruz! Çok mu oluyoruz? Polis arkadaşlarımıza tanınan ayrıcalığı biz de istiyoruz! Nasıl olsa askerlikte de hasta bakıyoruz öyle değil mi? Ne dersiniz?"


Ne mi derim? Bir an önce vazgeçin bu sevdadan derim. Açıklamaya çalışayım:

1) Kadın meslektaşlarımıza ne olacak? Bir talepte bulunurken bir camianın neredeyse yarısını hesaba katmamak, onları yok saymak hangi akla hizmettir? 

2) Ortada tüm uluslararası insan hakları metinlerine ve çalışma hakkını düzenleyen kurallara aykırı bir hak gaspı var. Bu haksızlıkla yeterince mücadele edilmemesi bir dertken şimdi bir de bunu kabullenip bununla yaşamanın yollarını aramak gayreti çıktı başımıza. Önce geçen ay yapılan mecburi hizmet kongresi, şimdi de bu. "Madem kaldıramıyoruz, onunla yaşamanın yollarını arayalım" kabullenişi. Öncelikle bu teslim oluşa itirazım var. Tıp Bayramı haftasında yayınlanan bildirilerde bile pek çok şeye yer verilirken mecburi hizmetten bahsedilmeyen bir  noktadayız. Bundan daha beteri ancak hakkı gasp eden hırsızla pazarlığa girişmek olurdu, onu da göreceğiz böyle giderse.

3) Bir bu kadar vahim olan polislerle yapılan karşılaştırma. Polisin konumu ile doktorunki mukayese edilebilir değildir. Polis güçleriyle ordunun birbirinden ayrı tutulması ilkesinin nereden baksan 2000 yıllık tarihi var. Roma lejyonları Roma'ya giremezdi, şehrin koruması ayrı bir kuvvete aitti; bu kuvvetin görevlerinden biri de, olur da lejyonlar yoldan çıkıp  şehre yönelmeye kalkarsa şehrin onlardan korunmasında rol almaktı. Zaman içinde, şehir duvarlarının dışında kalan alan için jandarma adı altında ayrıca bir polis biriminin ortaya çıkması da bu ayrımla ilgilidir. Bizde öyle olmasa da, jandarma bu sebeple kimi ülkelerde ordunun parçası değildir. Bugün Türkiye'de polislere verilen bu hak da bir ayrıcalık olmanın ötesinde bu köklü yaklaşımın bir devamıdır aslında. 

4) Mesleğin kamuoyu nazarındaki kıymeti son yıllarda yeterince erozyona uğramamış gibi şimdi bir de ayrıcalık talep eden grup durumuna düşmek iyi bir fikir midir? Evet, yaşanan bir mağduriyet vardır. Bu mağduriyeti geniş kitlelere anlatmanın ve gidermenin yollarını aramak yerine, bu mağduriyeti bir ayrıcalığa tahvil etme gayreti bir doktor olarak bana bile çok çirkin gelirken bunun kamuoyuna nasıl kabul ettirilmesi beklenmektedir? Çeşitli şekillerde benzer hizmetlere gönderilen diğer meslek grupları (öğretmen, savcı vb.) de bunu talep etme hakkını kendinde gördüğünde ne denecektir? "Biz doktoruz, biz ayrıcalıklıyız" mı? 

5) Haklar sözkonusu olduğunda doktorlar da sıradan vatandaştır, ayrıcalık talep etme hakları yoktur. "Polis arkadaşlarımıza tanınan ayrıcalığı biz de istiyoruz!" diyerek apaçık ayrıcalık talep ettiğini haykırmak nasıl bir iletişim stratejisidir?  Her gün insanlarla iletişim içinde icra edilen bir mesleğin mensuplarının iletişim becerisinin bundan biraz daha iyi olması gerek değil midir?

6) Yasal düzenlemeyle böyle bir uygulamaya geçilmesini beklemek aynı zamanda mecburi hizmetin asla kaldırılmayacağını da kabul etmek anlamına gelmekte değil midir?


Özetleyecek olursam:

1) Bu talep kadın meslektaşlarımızı göz ardı etmektedir.
2) Hiçbir ayrıcalığı olmaması gereken bir vatandaş grubuna ayrıcalık talep eden hukuka aykırı bir  harekettir.
3) Polislerle yapılan yanlış bir karşılaştırmaya dayanmaktadır.
4) Bu talepte inat edilecekse iletişim stratejisi mutlaka değiştirilmelidir."Biz ayrıcalık istiyoruz" demek insanları ikna etmenin en kötü yollarından biridir.


Tüm bunları bir harici olarak yazmıyorum. Uzmanlık diplomasından vazgeçmek pahasına, hayatını geri alabilmek için mecburi hizmetten istifa etmiş bir doktor olarak yazıyorum. Dikkate alınmasını temenni ederim.

"Boş durmayalım, bir şeyler yapalım" deniyorsa naçizane önerim mecburi hizmet nedeniyle mesleğini bırakmış, ailesi dağılmış, yakınları hasta iken-ölürken yanlarında olamamış meslektaşlarımızın öykülerini toplamaktır. Bunları bir araya getirerek internet üzerinden ücretsiz dağıtılacak bir kitap oluşturmak, bu kitap çevresinde bir medya (sosyal medya ve geleneksel medya) hareketi  başlatarak mağduriyeti geniş kitlelere anlatmak, bu yolla geniş kitlelerin desteğini kazandıktan sonra bu destekle birlikte mecburi hizmet uygulamasına son verilmesi baskısı yapmaktır. Bakanlık ve hükümet yine de kılını kıpırdatmayacaktır belki ama bana böylesi daha doğru geliyor. 

Mağdur edildiğinde derdini anlatıp hakkını arayan bir mesleğe mensup olmayı, ayrıcalık talep eden bir mesleğe mensup olmaya tercih ederim. Eşitlik talep edelim, ayrıcalık değil.



27 Şubat 2012 Pazartesi

Kısa kısa - III



I)
Benim kuşağımın sınıf atlama rüyası bilinmez şey degil. Sınıf atladığını düşünen kardeşlerim için kesin tanı koydurucu özellikte bir soru hazırladım:
Son bir ayda "geçim sıkıntısı çekmek" hakkında bir sohbetin parçası veya kulak misafiri oldun mu?
Cevap evetse, senin rüya yalan olmuş kardesim. Cevap hayırsa, bu blogu okuma kardeşim, çok avam fakir muhabbetleri dönebilir, sonra rahatsız olursun. 

II)
Quantum computing, fuzzy logic derken bilgisayarlara bile 1 ile 0'dan ötesini öğretebilir olduk ama meseleleri dikotomiler dışında anlayamayan insanlarla dolu memleket. Yetiş Ya Ajan Smith! 

III)
Mesleği bırakmanın üzücü bir yanını sonunda buldum galiba: Bizim memlekette olmaz ama olur da sevgili meslektaşlarım "süresiz hekim grevi" başlatırsa ona da katılamayacağım. 

IV)
Yüz Yıllık Yalnızlık okuyanların kaçınılmaz kaderi dönüp dönüp ilk sayfadaki aile ağacına bakmaktır. 
V)
Kim bilir kaç bin yıl önce akılsızın biri ilk kez bir toprak parçasının etrafını çevirip, "benimdir" dedi. O günden beri bu mülkiyet hırsının ve onun sonucu olan kurumların (devlet, vergi,  polis, vb) acısını çekiyoruz hep birlikte. Sorarlar ya zaman makineniz olsa ne zaman gider, ne yaparsınız diye. Gider o adamı bulur, ibret-i alem olsun diye bir temiz döverim; maksat, kimse arazi etrafı çevirmeye yeltenmesin bir daha.

VI)
Her ne kadar iğrenç bulsak da bataklık da kendi içinde dengede bir ekosistemdir, tıp fakülteleri de öyle bir şey işte.

VII)
Üzerine çokça kafa yorduğum ve pek önemsediğim bir şey "beraber büyümek". Bunun en sıkıcı hale geldiği durum Anakin/Darth Vader ikilemi. Sen hala Anakin'i hatırlasan ve sevsen de karşındaki insan çoktan Darth Vader'a dönüşmüş. Çoğu zaman bu dönüşümün sebebi de filmdekine benzer bir güç (kariyer/başarı vb.) hırsı oluyor. Kim bilir kaç filme, kitaba konu olmuş bu "gücün kirletmesi/güç için kirlenme" macerasının hala gerçekleşiyor olması, insanın  öğrenebilen bir canlı olduğu yolundaki inancın aleyhinde kuvvetli bir delil. Ne olursa olsun, çoğu durumda, insan sevmeden edemiyor o siyah kabuğun içinde yaşamaya devam eden dostunu; onun artık o kabuk olmadan yaşayamacağını bilse de. 

VIII)
Bu da benim "dindar nesil" tartışmasına katkım olsun: Benim hayalim de "dolapta üç çeşit, hepsi birinci kalite çikolata olsa da onların yüzüne bile bakmayıp tahin helvası yiyen bir nesil" yetiştirmek. Al sana değerlerimizi korumak, al sana muhafazakârlık. 

IX)
Son birkaç haftada adına "cemaat-hükümet gerginliği" denen mesele hakkında yazılan köşe yazılarını, televizyonlarda yapılan konuşmaları bir kitap halinde toplasak, içerik derinliği açısından olmasa da cesamet açısından  Marx'ın Kapital'iyle yarışır. Bu kocaman külliyat içinde hemen hemen her görüşten gelen insanları okumaya, dinlemeye çalıştım. Her zaman bir yanıyla eksik kalan yorumlar ve analizler buldum. Derken Özgür Mumcu çıkageldi ve noktayı koydu benim için; 26 Şubat 2012, saat 11:48'de Twitter'da "Jacques de Molay kendisine ve cemaatinin gücüne çok güvenmişti." yazdı. Boşlukarı saymazsak 54 karakterde meselenin dini-iktisadi geçmişinden, iktidarla ilişkinin doğasına kadar bir analizi ve bir gelecek öngörüsünü tek cümleye sığdırdı adam. Gerek bilgi, gerek analiz-sentez yeteneği açısından bu düzeye yaklaşabilmeyi dilerdim. Bu yorum üzerine söyleyebileceğim tek şey "Allah sonlarını de Molay gibi etmesin" (IV. Philip'in ve soyunun sonu da pek iyi olmadı doğrusu).



8 Şubat 2012 Çarşamba

Göz göre göre gelen

21 Eylül 2011 tarihinde "Bu gidişin sonu" başlıklı bir yazı yazmış ve kredi kartı borcunun yarısını 3 ay ödemeyenlerin kartlarının nakit çekme işlemlerine kapatılmasının olası sonuçları hakkında tahminlerde bulunmaya çalışmıştım.


Sabah gazetesinin bugün yayınladığı haberine göre durum şu:
Kredi kartı borcunun yarısını üç ay ödemediği için kredi kartı nakit çekime kapatılanların sayısı 5 ayda 5 milyon 250 bin oldu. 


Bu göz göre göre gelen bir şeydi, şaşırmaya gerek yok.




Uygulamanın benim öngöremediğim bir başka sonucu da borcunu ödeyen ama kuruşlar düzeyinde eksik ödeyenlerin başına gelenler:
Kart borcunun 5-10 kuruşunu unuttuğu için kartı kapatılan 500 bin kişinin imdadına BDDK yetişti. 20 liranın altında borcu olanların kartı kapatılmayacak.




Tahminimin başlangıç kısmı tutmuş, korkarım gerisi de gelecek, yani ekonomi cephesinde işler iyi değil.


Ekonomide işler kötü gittiğinde, oradaki büyük başarılarla övünülemez hale gelindiğinde siyasetin eksenini oradan alıp başka bir yere kaydırmazsanız sıkıntı çıkar. Bunu yapmanın en kolay yolu da "hayat tarzı siyaseti"dir. Toplumun büyükçe bir kısmının benimsediği değerleri benimsediğinizi (hatta daha da yaygın hale gelmeleri için çalıştığınızı/çalışacağınızı) gösterir bir çıkış yaparsınız, açıklamanızı da öyle kurgularsınız ki karşınızdakilerin alacağı sizi olumlamayan herhangi bir pozisyon toplumun değerlerini benimsememek ve hatta onlara savaş açmak olarak algılanır. Böylece, muhaliflerinizi "toplumdan kopuk siyasetçi" durumuna düşürür ve ekonomideki gidiş sebebiyle sizden uzaklaşması muhtemel oyların gidebileceği aday olmaktan çıkarırsınız, hala en iyi sizsinizdir. 


Son günlerdeki "dindar nesil" tartışmasının bunun dışında fazlaca bir anlamı olduğunu sanmıyorum.









6 Şubat 2012 Pazartesi

Büyük bir yalan - II

Zorunlu hizmetle ilgili yanlış bilinen bazı şeyleri "Büyük bir yalan" isimli yazıda anlatmaya çalışmıştım. O yazı doktorların neden ve nasıl zorunlu hizmete gittiği üzerineydi. Bu yazıda o gidişin dönüşü nasıl olur, aslında nasıl olmaz, bunu biraz anlatmaya çalışacağım.


Zorunlu hizmet kaldırılırsa memleketin bazı bölgelerinde doktor kalmayacağı, oralardaki doktorların büyük şehirlere kaçacağı (çirkin bir fiil ama kullanılan bu, kusura bakmayın), özellikle de kamudan özel sektöre geçecekleri iddia edilir. 


Bu iddiayı doğru kabul edelim ve farazi doktorumuzun kaçış planını (veya bu planın imkansızlığını) inceleyelim.


Doktorumuz orta büyüklükteki illerimizden birinin bir ilçesindeki devlet hastanesinde çalışıyor olsun. Zorunlu hizmet eziyetinin kaldırılmasıyla özgür kalan kardeşimiz zorunlu hizmete giderken Ankara'da bıraktığı ve özel sektörde çalışan eşinin yanına dönmeye çalışıyor olsun (eşi özel sektörde çalıştığından mazaret kuralarına başvuramaz). Keyiften değil, mecburiyetten Ankara'ya dönmeye çalışan bu kardeşimizin başvurabileceği yollar nelerdir?


-Sağlık Bakanlığı'nda kurum içi atama
-Özel hastanelere geçiş
-Bir üniversiteye geçiş
-Muayenehane açmak




Şimdi bakalım bu yollar ne kadar taşlı.




1) Kurum içi atama


Doktorumuz kurum içi atamaya başvurduğunda Bakanlık kendisinin ne kadar hizmet puanı olduğuna bakacaktır. 1,5 yıllık zorunlu hizmeti ile topladığı puan böyle bir atama için yeterli olmayacaktır. Ankara'ya atanabilmek için gerekli puanı toplayabilmek için en az 4-5 sene daha bulunduğu yerde çalışmaya devam etmesi gerekecektir. 


Yani bu yolla "kaçmak" mümkün değildir, kontrol Bakanlık'ın elindedir.




2) Özel hastanelere geçiş


Bu da biraz zor. Şu anda ülkemizde özel hastanelerin hangi branşta kaç doktor çalıştırabileceğine Bakanlık karar vermektedir. Olur mu öyle şey demeyin, olur. Özel sektörde bir işverenin işini istediği kadar büyütebileceğini, istediği kadar çalışanı istihdam edebileceğini,  bunun serbest teşebbüs hakkının ayrılmaz bir parçası olduğunu düşünenlerden olabilirsiniz ama Türkiye'de bir özel hastane ise söz konusu olan, bu düşüncelerinizin gerçek hayatta bir karşılığı yoktur. Bir özel hastane yeni bir doktoru işe almak istediğinde Bakanlık'tan o kişiyi çalıştırmak için bir izin, yani aslında kadro istemek zorundadır. Bu iş öyle bir hal almıştır ki kimi hastaneler ellerindeki kadroları satışa çıkarmıştır, büyümek isteyen ama Bakanlık'tan kadro alamayan diğer hastaneler de bu kadroları (doktor istihdam etme hakkını) satın alır olmuştur (inanmayanlar olabilir, şu habere bir bakıversinler). Söz konusu olan büyük şehirler olduğunda var olan kadroların çoktan dolmuş olduğunu öngörmek zor olmayacaktır, yeni kadro da neredeyse verilmemektedir (Bunun nasıl bir nüfuz ticaretine yol açabileceğini de düşünmenizi isterim. Doğru bağlantılara sahip kişiler bu kadroları Bakanlık'a onaylatıp, doktoru çalıştırmayıp, yalnızca o kadroyu satarak para kazanabilir. "Oldu, bu da delili" diye gösterebileceğim bir örnek yok ama olması bana uzak bir ihtimal gibi görünmez). 


Yani bu yolla "kaçmak" da mümkün değildir, kontrol YİNE Bakanlık'ın elindedir.






3) Bir üniversiteye geçiş


Bu diğerlerinden de zor bir yoldur. Büyük şehirlerdeki üniversiteler genellikle uzun süredir faal olan ve kadroları zaten dolu olan kurumlardır. Norm kadro uygulamasına geçilmesiyle birlikte, üniversiteler hakları olandan daha fazla kişiyi istihdam eder gibi görünmeye başlamıştır. Bunu aşmanın yolu ya öğrenci sayılarını artırmak ya da öğretim üyesi sayısını azaltmaktır. Fiziki koşulların yarattığı sınırlar ve belli bir sayıdan sonra eğitim kalitesinin düşeceği gerçeği göz önünde tutulunca, yapılacak olanın kadroların azaltılması olacağı anlaşılır. Vefat veya emeklilik yoluyla öğretim üyelerini kaybeden bölümlere bile yeni kadro genellikle tahsis edilmemektedir. Bu kadroları düzenleyen YÖK'ün tıp fakültelerindeki istihdamı ve işgücü planlamasını yaparken Sağlık Bakanlığı ile işbirliği içinde olduğu bilinmektedir (şu habere bakınız). 


Bu yolla "kaçmak" da mümkün değildir, kontrol -dolaylı olarak da olsa- YİNE Bakanlık'ın elindedir.




4) Muayenehane açmak


Son yıllarda muayenehaneler genellikle tam gün çalışma çerçevesinde, özellikle de devlet hastaneleri ve üniversitelerde çalışan doktorlar ekseninde ele alınıyor olsa da orada kopan gürültü meselenin esas önemli yönünü gizlemektedir. "Başka hiçbir yerde çalışmayacağım" diyen bir doktor muayenehane açmak istediğinde de bu yine Bakanlık'ın iznine tabidir ve Bakanlık kolay kolay izin vermemektedir. Pek çok özel hastanenin, üniversite hastanesinin ve profesör/doçent ünvanlı  meslektaşlarının olduğu yerde hasta bulmasının zor olacağını bile bile Ankara'da muayenehane açmaya kalkışacak bir doktor büyük olasılıkla izin alamayacaktır. Alabileceği durumda da kontrol yine Bakanlık'ın elindedir.   




Yani bu yolla "kaçmak" da mümkün değildir, kontrol YİNE Bakanlık'ın elindedir.






Kısacası, farazi doktorumuzun eşinin yanına dönmesi, yine bir zamanlar diplomasını gasp edip onu zorunlu hizmete gödermiş olan aynı Bakanlık'ın elindedir. Dönemez o doktor, kalır orada. 




Görüleceği üzere Bakanlık bir doktorun çalışabileceği tüm kurum ve koşullar üzerinde doğrudan veya dolaylı bir kontrol yetkisine sahiptir. Bugün Türkiye'de her bir doktorun hangi işte, nerede çalışacağına karar veren tek otorite Bakanlık olmuştur. Hal böyle iken, zorunlu hizmet kaldırıldığında, doktorların hızla memleketin bazı bölgelerini terk edip büyük şehirlere, özellikle de özel hastanelere akın edeceğini iddia etmek ya meseleye dair yukarıda sıraladığım hususları bilmemektir ya da BÜYÜK BİR YALAN söylemektir. 


Yarın zorunlu hizmet kaldırılsa ve yukarıda sıraladığım gayet zor yollardan herbirinden yararlanabilecek biner doktor çıksa bile yer değiştirecek doktor sayısı en fazla dört bin olur (çok iyimser bir tahmin oldu bu, yarısına da razıyım ben). Yüz binden fazla doktorun çalıştığı, bunun üçte ikiden fazlasının kamuda çalıştığı bu ülkede yüzde beşe bile denk gelmeyen böylesi bir değişikliğin sistemi aksatmasının mümkün olmayacağını öngörmek zor olmasa gerek.




O zaman Sağlık Bakanlığı'na sormak gerek:


Kaldırıldığında sistemin aksamasına sebep olması mümkün görünmeyen, taraf olduğumuz uluslararası anlaşmalara aykırı olan ve bir insan hakları ihlali olan zorunlu hizmet uygulamasını neden sürdürüyorsunuz?





Beğendiyseniz paylaşabilirsiniz, maksat söz yayılsın.