6 Kasım 2011 Pazar

Farmakoloji ve futbol - III

Biliyorum, "iyi bir tema yakaladım, buradan devam edeyim" dersen, meseleyi fazlasıyla sündürüp suyunu çıkarma riski vardır. Bir bakmışsın, 10 sene boyunca aynı şarkıyı değişik isimlerle önümüze süren The Cranberries'den farkın kalmamış. Daha beteri de var, "altı üstü yedi tane nota var, kaç farklı beste yapılabilir ki?" diye soran büyük Türk düşünürünün şarkılarındakine benzer kekremsi bir tat yakalamak da mümkün, Allah muhafaza.

Tüm bu riskleri göze alarak farmakoloji ve futbol temalı üçüncü yazımı yazmak niyetindeyim çünkü öyle güzel bir orta geldi ki, vurmasam içimde kalacak. 

Golsüz Eşitlik isimli blogda 16 Ekim 2011 tarihinde yayınlanan Namaste başlıklı yazı şöyle başlıyor:

"Askere gidip, askerlik yaptığınız süre zarfında (5 veya 15 ay olabilir bu süre) veya herhangi başka bir işle uğraştığınızdan önünüzde veya elinizin altında teknolojik bir alet bulunmadığında hiç futbol ile alakalı bir şey izlemeseniz, dünya futbolunda yaşananlardan dolayı, kendi güncel futbol birikiminizde bir çok şeyin eksikliğini farkedersiniz. Ne bileyim Mario Mandzukic'in Edin Dzeko'nun 1 boy küçüğü olmuş olmasını, Edin Dzeko ve Maradona'nın damadının, Zidane'ın 48 veliahtından birisi olan Samir Nasri ile beraber City gibi bir takımı bir yerlere getirmesini felan kaçırırsınız. Bir kaç El Clasico, Arsenal'in 8 yediği maç gibi şeyleri izlemezsiniz. "Türk futbolu açısından ne kaçırırsınız" derseniz, cevabı vereyim. Hiç bir şey kaçırmamış olursunuz.

5 ay öncesinde ne muhabbeti dönüyorsa, hala aynı. Bakın, Ulusal Takım hala aynı aptalca argümanlarla eleştirilip, yazılara malzeme oluyor. Hala muhabbet "yerli teknik direktör. Mesut Özil.

Bunun aynısı Türk akademisinin benim gözleme imkanı bulduğum kısmında da vardı. 

Geride kalan beş yılda sürekli ve işe yarar  bir internet bağlantısından mahrum kaldığım tek bir ay oldu, askerliğimin Samsun'da geçen ilk ayı. Tezimde kullandığım üç ilaç etken maddesi hakkındaki tüm makaleleri, nöroekonomi ve riskli davranış alanlarını ve iki bilimadamının (Eric Nestler ve Gökhan Hotamışlıgil) yeni yayınlarını düzenli takip ediyordum. Takip ettiğim, haftada bir yayınlanan 3-4 dergide o ay boyunca yayınlanan ve ilgimi çeken, dikkate değer makaleleri de ekleyince o bir ay içinde epey bir şey kaçırmışım. Bir yandan yeni yayınlananları günü gününe takip ederken, o birikenleri eritme işi neredeyse 2 ay aldı. 

Dünya biliminde bunlar olurken, Türkiye'de neler mi oldu? Ne mi kaçırdım? Hiçbir şey.

Tamam, kabul, bir ay kısa bir zaman. O zaman bunu iki yıla çıkaralım. Bizim camianın büyük kongreleri iki yılda bir düzenlenir. Makul bir işleyişi olan bir laboratuvar grubunun bir kongrede sunduğu araştırmayla iki yıl sonra sunduğu arasında bir ilerleme görmeyi beklemek gerekir ama durum her zaman bu şekilde değildir. Belli bir fikir çizgisi üzerinde ilerleyenler olsa da  başka bir grup daha var.

Şöyle düşünün:
Elinizde belli ölçümleri yapan bir alet var. Bir grup hayvana hiçbir şey yapmayıp ölçüm yapıyorsunuz, bir başka gruba da A ilacını verip ölçüm yapıyorsunuz. Böylece A ilacının ölçülen değişkenler üzerine etkilerini belirlemiş olursunuz. Bunu da bir kongrede sunabilir ve/veya bilimsel makale olarak yayınlayabilirsiniz. 

Buradan sonra yol ikiye ayrılıyor:

1) A ilacının etkilerini daha ayrıntılı incelemek, onun etkilerini kullanarak vücuttaki bir mekanizmayı/yolağı anlamaya çalışmak (bu yolla birbiriyle fikri takip bağı olan bir kaç araştırma yapılabilir)

2) Yeni bir B ilacı bulup, aynı testleri bir de onun için yapıp bir sonraki kongreye onu getirmek, bir sonraki makaleyi de bu verilerle yayınlamak.

Bu ikinci yol Türkiye'de en sık kullanılan yöntemdir desem yalan söylemiş olmam. Yazılır bir proje, biraz para bulunur, bir makine alınır, sonra onunla birbirinin aynısı araştırmalar yapılır. O kadar aynıdır ki bu araştırmalar, ilk makalenin materyal-metot kısmını, yalnızca ilacın adını değiştirerek, ikincide aynen kullanmak mümkündür.

Bu ikinci yolun yaygın olduğu bir bilimsel ortamda iki yıl boyunca yeni yayınlanan makaleleri izlemeseniz ne olur? Hiçbir şey olmaz, hiçbir şey kaçırmış olmazsınız. Aynı adamlar, aynı şeyleri, aynı şekilde yapmaya devam etmiş olurlar, siz de bir şey kaçırmamış olursunuz çünkü ortada kaçırılacak, kaçırmamak için çaba gösterilecek bir şey olmaz.

Son üç kongrenin bildiri özeti kitapları var kütüphanemde. Üşenmeyip bir ara bu bakış açısıyla detaylı bir inceleme yapmalıyım aslında ama şöyle bir göz attım da, manzara anlattığımdan pek farklı değil. Gerçekten bir şeyler üretmeye çalışanların hakkını teslim etmeyi görev bilirim ama futbol blogumuzu örnek alarak şunu  da söylemek gerek:


2 yıl öncesinde ne muhabbeti dönüyorsa, hala aynı




Yarın Kurban Bayramı. Ne futbolundan, ne bilimden hayır gördüğümüz güzel ülkemizde hayırlı bayramlar dilerim efendim.


5 Kasım 2011 Cumartesi

Farmakoloji ve futbol - II

Futbol üzerine bir şeyler okumak istediğimde Özgür'ün bana ilk tavsiyelerinden biri Orhan Uluca'nın çoğunlukla Bundesliga üzerine yazdığı blogu Borges olmuştu. Gerçekten severek takip ediyorum, çok şey de öğrendim bu blogdan. Bir zamanlar izlerken adeta sinirimi bozan Bastian Schweinsteiger'i sevdim burada hakkında okuyup öğrendiklerim sayesinde. O kadar ki, hafta içinde oynanan Şampiyonlar Ligi maçında köprücük kemiğini kırınca gerçekten üzüldüm.

Neyse, konuyu dağıtmayayım. Futbolu seviyorsanız Borges'i mutlaka takip edin diyerek asıl meseleye geçeyim.

Önce bir kaç dakikanızı ayırıp Orhan Uluca'nın şu yazısını okuyun lütfen çünkü oradan devam edeceğiz:



Son kısmı tekrar okuyalım:

"Kısaca (Almanya) alt yapıyı değiştirip onun üst yapıyı belirlemesini sağladı. Peki biz ne yapıyoruz?

En tepeye tek "bir" adam koyarak her şeyi değiştirmesini bekliyoruz. Sadece bir adama çok fazla para vererek her şeyi değiştirebileceğimizi düşünüp, hem o adama hem de kendimize haksızlık yaparak kolaya kaçıyoruz.

Özet: Hiddink'i getirmek değil onun ve diğerlerinin de başarılı olabileceği yeni nesli oluşturmaktır tüm mesele. Bu teknik direktörün değil fedarasyonun görevidir!"


Sormak isterim: Akademik dünyamızın bundan bir farkı var mı?
Türkiye'de son on yılda yetişen tüm farmakologları bir araya getirip (gözünüzde büyümesin, en fazla 50-60 kişidir) bir enstitü kursak, bu enstitüye gerekli tüm altyapıyı sağlasak ve başına da Nobel ödülü sahibi bir bilimadamını getirsek ne olur?
Ben söyleyeyim: Hiçbir şey.
Hiçbir şey olmayışının sebebi de bellidir, altyapı eksikliği. Getirdiğimiz Nobelli bilimadamı karşısında temel bilimsel metodolojiye hakim; kendi uzmanlık alanındaki literatürü günü gününe takip eden, diğer alanlardaki önemli gelişmelerden de haberdar; en az bir teknik konusunda ileri seviyede uzmanlaşmış, başka birkaç tekniğe de hakim; çalışma disiplini olan, plan yapabilen ve yaptığı planı belirlenen takvimin dışına taşmadan uygulayabilen araştırmacılar bulmayı umacaktır. Ve bunları bulamayacaktır.
Beklentiler listesi uzatılabilirdi ama kasten kısa tuttum ve bir temel ilkeye göre seçtim: Altyapıda (eğitim süreci) sağlanacak ve olmazsa olmaz özellikler.

Var mı böyle bir altyapı? Bana kalırsa yok.
İşte bu yüzden bir parça yetenekli, biraz da eğitim almış futbolcularımız şans eseri yurtdışında iyi bir takıma giderse kariyerlerinde ilerdikleri gibi bu memleketin genç farmakologları da yurtdışında iyi laboratuvarlara gittiklerinde bu işin gerçekten nasıl yapılması gerektiğini görüp, adeta mesleklerini yeniden öğrenip, saygın dergilerde makaleler yayınlayabilecekler. Ve tıpkı futbolcularımız gibi buraya geri döndüklerinde yeniden eski hallerine geri dönecekler. Bir zamanlar yaptıkları araştırmalar burada yapılamaz olacak; bir zamanlar yayın yaptıkları Nature, Science, J Neuro gibi dergiler erişilemez hayaller haline gelecek.

Başka benzetmeler de yapılabilir ama gerek yok uzatmaya. İşin özü açık: Futboldaki altyapı problemini çözmezsek futbolumuzdan bir şey olmayacağı gibi doktoradan anladığımız şeyi daha net belirlemez ve bu dereceyi verdiklerimizden bekleneceklerin asgarisinin çıtasını şu an olduğu yerden oldukça yüksek bir yere çekmediğimiz sürece kimse bu ülkede tıp-biyolojik bilimler alanında bilimsel açıdan bir şey beklemesin. Diğer alanlar hakkında konuşmayayım ama birkaç yıldır içinde olduğum ve gözleme imkanı bulduğum bu alan için rahatlıkla söyleyebilirim ki yapılması gereken çok şey var ve şu anki halimizle bizden hiçbir şey olmaz.
Yeniden söylüyorum, Alev Alatlı haklı, bu işler birleşik kaplar prensibine göre işliyor. Futbolu bu halde olan bir toplumun üniversitesinin daha iyi halde olduğunu zannetmek saçma. Bir şeyler düzelecekse topyekün düzelecek veya bu ülkenin tüm insanları, hangi alanda çalışıyor oldukları fark etmeksizin, aynı vasatlık, kuralsızlık, yetersizlik ve ehliyetsizlik içinde iş yapmaya devam edecek.


Futbolda o yapıyı kuracak olan teknik direktör değil federasyon olduğu gibi, bilimsel alanda da yapıyı kurması gereken mevcut yapı ve işleyiş içinde  tek tek üniversiteler değil, YÖK (Aslında böyle bir yetkisi olmaması gerekirdi, aslında YÖK'ün hiç mevcut olmaması gerekirdi ya, neyse). YÖK'ün elinde tüm alanlarda doktoranın asgari içeriğini yeniden belirleyecek yetki de var, buna uymayan doktora programlarını kapatacak yetki de ama hazırlıksız açılmış onca üniversiteye seviyesine bakmadan öğretim görevlisi bulmaya uğraşan bir kurumdan (bugüne kadar tek bir saat ders anlatmamış olan beni, eğiticilik konusundaki bilgi-becerimi hiçbir teste tabi tutmadan, yalnızca bir kura ile seçerek bir üniversiteye öğretim görevlisi olarak atayan kurumdan) yetişecek öğretim görevlisi sayısını azaltması ihtimali olan böyle bir adımı atmasını beklemek elbette hayalcilik ama başka yolu var mı işleri düzeltmenin?  



Bu serinin ilk yazısı: Farmakoloji ve futbol


Not: Bu yazının yazarının, burada sahip olunması gerektiği belirtilen özelliklerin tümüne sahip olduğu gibi bir iddiası yoktur, hatta yalnızca yeterli olduğunu söylemekten bile korkar. Ben de bu sistemin içinde yetiştim ve ona ait tüm arazlar bende de mutlaka mevcuttur.


 

3 Kasım 2011 Perşembe

Hukuka uymayan hukuk devleti

Bu blogda sıkça yer verdiğim görüşlerimdem biri, 5371 sayılı kanun uyarınca yürütülmekte olan, doktarlara yönelik "devlet hizmet yükümlülüğü" uygulamasının kölelik/zorunlu çalıştırma kapsamında olduğu, bu nedenle hukuksuz olduğu ve insan hakları ihlali sayılması gerektiğidir. Bu yazıda bunu daha detaylı olarak anlatmaya çalışacağım.



Bu konuyu düzenleyen, Türkiye'nin de taraf olduğu uluslarası metin, 1930 yılında kabul edilmiş bir ILO metni olan CEBRİ VEYA MECBURİ ÇALIŞTIRMAYA İLİŞKİN (29 NO'LU) SÖZLEŞME. (sözleşmenin tam metnine bu linkten ulaşabilirsiniz, metnin bundan sonraki kısmında yalnızca sözleşme olarak kullanılacaktır)


Bu sözleşme ile ilgili kanunun Resmi Gazete'de yayınlanarak Türkiye'de yürürlüğe giriş tarihi 1998 (23 Haziran 1998 / 23381). Yalnızca bu tarihi öğrenmek bile mevcut uygulama ile ilgili kimi tartışmalara son vermek için yeterli. Mevcut uygulamanın yeni bir uygulama olmadığı, daha önce de Türkiye Cumhuriyeti  tarafından yapılmış uygulamaların devamı niteliğinde olduğu şeklinde bir savunma mevcut. 1998'e kadar Türkiye Cumhuriyeti, bu uluslararası sözleşmeye taraf olmadığından burada bahsedilen hükümlerin bağlayıcılığından muaf kabul edilebilir. Böylece eski zorunlu hizmet uygulamaları ilkesel olarak yanlış olmaya devam etse hukuken uygun olmaktadır. 1998'den sonra ise, bu sözleşmeye aykırı kanunların ortadan kaldırılması ve yürütmesinin durdurulması ve yeni yapılacak kanunların bu sözleşmeye uygun olarak hazırlanması gerekmektedir. Dolayısıyla, eski bir kanunun yeniden yürürlüğe sokulduğu, bunun yeni bir kanun/uygulama olmadığı savunması geçerliliğini yitirdiği gibi 2005 yılında kabul edilen 5371 sayılı kanunun da sözleşmeyle çelişmemesi gerekmektedir. 


Şimdi çelişip çelişmediğine daha ayrıntılı bakalım, sözleşme maddelerini inceleyerek.




"Madde 2:



Bu Sözleşmenin amaçları için, “Cebri veya Mecburi Çalıştırma” ifadesi herhangi bir kişinin ceza tehdidi altında ve bu kişinin tam isteği olmadan mecbur edildiği tüm iş veya hizmetleri ifade eder."


5371 sayılı kanunda geçen "Devlet hizmeti yükümlülüğü kapsamındaki personel, bu görevlerini tamamlamadan mesleklerini icra edemezler" ifadesi burada belirtilen "ceza tehdidi" kapsamına girecektir. Devlet, bu hizmeti icra etmeyenleri pratik olarak "meslekten men" ile cezalandıracağını beyan etmektedir. Devlet hizmet yükümlülüğünün doktorlar arasındaki adının "zorunlu hizmet, mecburi hizmet" olması "tam isteği olmadan" ifadesini karşılar sanırım. "Başkaları adına konuşma" diyecekler için ben kendi pozisyonumu açık olarak ortaya koyayım:



Devlet beni bu hizmete isteğim olmadan, ceza tehdidi ile göndermektedir.


Sanırım artık anlaştık; devlet hizmet yükümlülüğü, "cebri veya mecburi çalıştırma"nın uluslararası hukuktaki tanımı kapsamına girmektedir.


Elbette her kuralın istisnaları vardır. İkinci maddenin geri kalan kısmı bu istisnaları tarif ediyor:


"Ancak “Cebri veya Mecburi Çalıştırma” ifadesi bu Sözleşme bağlamında aşağıdakileri kapsamaz:

Mecburi askerlik hizmeti hakkındaki kanunlar gereğince mecbur tutulan ve sadece askeri bir mahiyet taşıyan işlere hasredilen bir çalışma veya hizmet;

Bizzat kendi kendini yöneten bir memleketin vatandaşlarının olağan kamu hizmeti yükümlülüklerinin bir parçasını teşkil eden bir iş veya hizmet,

Çalışma veya hizmetin bir kamu makamının nezaret ve kontrolü altında icra edilmesi ve söz konusu ferdin özel kişilerin, şirketlerin veya özel-tüzel kişilerin hizmetine bırakılmaması veya verilmemesi şartıyla, bir mahkemenin verdiği mahkumiyet kararının sonucu olarak yapmaya mecbur edildiği bir iş veya hizmet;

Olağanüstü hallerde, yani harp, felaketler veya yangın, su baskını, açlık, yer sarsıntıları, salgın hastalıklar ve şiddetli hayvan salgınları, hayvanların ve mahsule zarar veren böcek veya parazitlerin hastalık yaymaları durumunda ve genel olarak halkın bütünün veya bir kısmının normal yaşama şartlarını veya hayatını tehlikeye koyan tehlikeli veya zarar verici her türlü şartlarda yapılması mecburi bir iş veya hizmet;

Küçük çaplı toplumsal hizmetler, yani toplum fertleri tarafından doğrudan doğruya toplum menfaatine yapılan işler, bizzat toplumun fertleri veya doğrudan doğruya temsilcilerinin bu çalışmaların gerekli olduğunu beyan etmeleri hakkının tanınması şartıyla toplum üyelerine düşen olağan kamu hizmeti mükellefiyetleri olarak mütealaa edilecektir."






Bunlar içinde yalnızca " Bizzat kendi kendini yöneten bir memleketin vatandaşlarının olağan kamu hizmeti yükümlülüklerinin bir parçasını teşkil eden bir iş veya hizmet" maddesi mevcut kanuna gerekçe kabul edilebilir ancak burada kast edilenin kişilerin meslekleri dışındaki, jüri üyesi olma vb. gibi kamu hizmetleri olduğunu da göz önünde bulundurmak gerek. Kişilerin mesleklerinin elinden alınması tehdidiyle 350-550 gün doktor olarak çalıştılımasını bu kapsamda ele almak, buradaki tanımın sınırlarını çok çok esnetmek olur sanırım.



Yine de, mevcut uygulamanın izin verilen cebri ve mecburi çalıştırmalardan biri olduğunu kabul etsek bile sorunlar var. Sözleşmenin geri kalan kısmında mecburi çalışmalara dair getirilen kurallara bakarak bu sorunlara göz atalım.




"MADDE 9

Bu Sözleşmenin 10 uncu maddesinde belirtilen aksi hükümler hariç, cebri veya mecburi çalıştırma koyma hakkına haiz herhangi bir makam önce;

Verilecek hizmetin onu icra etmesi talep edilen toplum için önemli ve doğrudan doğruya toplum menfaatine olduğuna,

Bu hizmet veya işin halihazır veya yakın gelecek zarurete haiz olduğuna;

İlgili ülkede benzeri iş veya hizmetler için geçerli olanlardan düşük olmayan ücret ve çalışma şartları önerilmesine rağmen bu hizmetin yerine getirilmesi veya işin yapılması için gönüllü iş gücü temini mümkün olmadığına;ve

iş veya hizmetin, mevcut işgücü ve onun söz konusu işi yapma kabiliyeti göz önüne alınarak, söz konusu halka çok ağır bir yük teşkil etmediğine kani olduğu takdirde ancak bu çalıştırma şekline müsaade etmelidir."






Ortada bir kanun olduğuna göre, Türkiye Cumhuriyeti'nin, doktorlardan bu yolla alınan hizmetlerin bu özelliklere haiz olduğunu düşündüğü sonucunu çıkartmak gerek. Bu konuda yorum yapma hakkı bana ait değil. TBMM, hükümet veya Sağlık Bakanlığı bu konudaki görüşlerini resmi olarak açıklarsa haberdar olmuş oluruz. Bildiğim kadarıyla böyle bir gerekçe, yazılı ve kamuya açık halde, mevcut değildir.





"MADDE 10 
Vergi olarak talep edilen cebri veya mecburi çalıştırma ve idare görevleri icra eden şefler tarafından kamu menfaatine çalışmalar için konulan cebri veya mecburi çalıştırma tedricen kaldırılacaktır.

Bu kaldırmayı beklerken, vergi olarak cebri veya mecburi çalıştırma talep edildiği veya kamu menfaatine çalışmalar için idari görevleri icra eden şefler tarafından cebri veya mecburi çalıştırma konulduğu takdirde ilgili makamlar ilk önce:

Yapılacak iş veya verilecek hizmetin onu icra etmesi talep edilen toplum için önemli ve doğrudan doğruya toplum menfaatine olduğuna;

Bu hizmet veya işin halihazır veya kaçınılmaz olarak yakında doğacak bir ihtiyacı karşıladığına

iş veya hizmetin mevcut iş gücü ve onun söz konusu işi yapma kabiliyeti göz önüne alınarak, söz konusu halka çok ağır bir yük teşkil etmediğine;

Bu iş veya hizmetin icrasının işçileri daimi ikametgahlarının olduğu mahalden uzaklaştırmaya mecbur etmeyeceğine;

Bir iş veya hizmetin icrasının dinin, sosyal yaşamın, veya tarımın icaplarıyla uyumlu yönlendirileceğine kani olmalıdırlar."







Mevcut uygulama, sondan bir önceki hükme aykırıdır. 13 yıldır Ankara'da ikamet ediyorum, devletin ADNEKS sistemi bile "daimi ikametgah"ımı şu anda bu yazıyı yazmakta olduğum, Çankaya/Ankara'da bulunan ev olarak kaydetmiş durumda. Mecburi hizmetimi yapacağım yer ise Afyon. Tanıdığım neredeyse tüm doktorlar da yaşadıkları şehri değiştirmek zorunda kaldılar. İkamet ettiği şehirde mecburi hizmetini yerine getiren doktor oranı %10'u bulursa, bunu mucize kabul ederim. Bu konudaki sayıları açıklama sorumluluğu da, yine Sağlık Bakanlık'ına aittir.




"MADDE 11
Sadece 18’den yukarı ve 45’den aşağı yaşlarda bulunan sağlam yetişkin erkekler cebri veya mecburi çalıştırmaya tabi olabilirler. Bu sözleşmenin 10 uncu maddesinde öngörülen iş türleri hariç, aşağıdaki tedbirler ve şartlar dikkate alınmalıdır.

Mümkün olan her halükarda, konulan işi yapacak ilgililerin bulaşıcı bir hastalığının olmadığının, bedeni kabiliyetlerinin yapılacak iş ve icra edileceği şartlara uygunluğunun idarece tayin edilen bir doktor tarafından önceden tesbit edilmesi.

Öğretmenler öğrenciler ve genel olarak idari personelin muaf tutulması;

Her toplumda aileyi ve sosyal yaşam için zorunlu yetişkin ve sağlam erkek miktarının bırakılması

Karı-koca ve aile bağlarına saygı gösterilmesi,

Yukarıdaki paragrafın (c) altparagrafının uygulamasında, bu Sözleşmenin 23 üncü maddesinde öngörülen düzenlemeler, belirli sayıda nüfustan bir seferde alınabilecek daimi nüfusun erkek ve sağlam fert nisbetini tesbit eder, ancak bu nisbet hiç bir şekilde bu nüfusun %25 ini geçemez. Bu nisbeti tesbit ederken yetkili makamlar nüfus yoğunluğunu bu nüfusun sosyal ve fiziki kalkınmışlığını, mahallinde ve kendi hesaplarına ilgililer tarafından icra edilecek işlerin durumunu ve yılın hangi devresinde olacağını dikkate almalıdırlar; ve genel olarak ilgili toplumun normal yaşamının iktisadi ve sosyal ihtiyaçlarına saygı göstermelidirler."






Peki bu durumda zorunlu hizmete gönderilen kadın meslektaşlarımın durumu ne olacak? "18-45 yaş arasındaki sağlam yetişkin erkek" tanımına dahil olmadıkları muhakkak. O zaman kanunu değiştirip, devlet hizmet yükümlülüğünü yalnızca erkek doktorlara mı uygulayacağız? "Karı-koca ve aile bağlarına saygı gösterilmesi" hususu da bir başka problem yaratan husus. Eşleri özel sektörde çalışanlar mazaret kuralarından faydalanamadığından, eşleri bir şehirde kalırken kendileri başka bir yere gitmek zorunda kalabilmektedir. Bu şekilde parçalanmış aileler, annesi veya babası yanında olmaksızın büyümek zorunda kalmış çocuklar mevcuttur. 




"MADDE 12 
Herhangi bir ferdin muhtelif şekiller altında cebri veya mecburi çalıştırmaya maruz kalabileceği azami müddet, 12 aylık bir sürede, işyerine gitmek ve oradan gelmek için geçen gerekli yolculuk günleri de dahil olmak üzere 60 günü geçemez.

Cebri veya mecburi çalıştırmaya maruz kalan her işçiye icra ettiği cebri veya mecburi çalışma müddetlerini gösteren bir sertifika verilecektir."






Devlet hizmet yükümlülüğü, kanunda belirtilen olan şartlara göre değişmekle birlikte, 300-600 gün süreyle yapıldığını belirtmek isterim. Yani bir yılda en fazla 60 gün değil, 10 ile 20 ay arasında değişen bir süre boyunca, sürekli yapılmaktadır. Bu hüküm de açık olarak ihlal edilmektedir. 




"MADDE 23
Sözkonusu Sözleşme hükümlerini yerine getirmek için yetkili makamlar cebri veya mecburi çalıştırmanın kullanımına ilişkin tam ve vazıh yönetmelikleri yayımlayacaklardır.

Bu yönetmelikler, özellikle cebri veya mecburi çalışmaya tabi kılınan her şahsa, çalışma koşullarıyla ilgili şikayetlerini yetkililere iletmesini mümkün kılacak ve bu şikayetlerinin incelenip değerlendirilmesini güvence altına alan kurallar ihtiva edecektir."






İkinci paragrafta belirtilen hükümlere uygun bir yönetmelik mevcut değildir, doktorlar böyle bir hakları olduğu konusunda bilgilendirilmemektedir. 






Sözleşmedeki tanım ve ayrıntılara baktık. Şimdi de ilk maddeye bakalım:


"MADDE 1
Uluslararası Çalışma Örgütü’nün bu Sözleşme’yi onaylayan her üyesi mümkün olduğu kadar kısa bir sürede her ne şekil altında olursa olsun cebri veya mecburi çalıştırmanın kaldırılmasını taahhüt eder.

Cebri veya mecburi çalıştırmanın tamamen kaldırılması amacıyla, cebri veya mecburi çalıştırmaya, geçici bir müddet için, sadece kamu yararı ve istisnai önlem olarak aşağıdaki maddelerde belirtilen şartlarda ve garantilerle başvurulabilir.

Bu Sözleşmenin yürürlüğe girmesinden itibaren beş senelik bir sürenin sonunda ve Uluslararası Çalışma Örgütü Yönetim kurulunun aşağıdaki 31 inci maddede öngörülen raporunu hazırlaması sırasında Uluslararası Çalışma Örgütü her ne şekil altında olursa olsun yeni bir geçiş süresi tanınmaksızın cebri veya mecburi çalıştırmanın kaldırılması ihtimalini tetkik edecek ve Konferans gündemine bu konunun alınıp alınmaması hususuna karar verecektir."






Hem burada, hem de diğer maddelerde sık tekrarlanan bir husus var: Belirtilmiş olan izin verilen koşullarda uygulanan cebri ve mecburi çalıştırmanın mümkün olan en kısa sürede kaldırılması. 


5371 sayılı kanun 2005 Haziran'ından beri yürürlüktedir. Geçen sürede kaldırılmamıştır ve kaldırılmasına dair bir hazırlık, kamuoyuyla paylaşıldığı kadarıyla, yoktur. 






İncelememiz bu kadar.


Şimdi sormak isterim:


1) Taraf olduğu uluslararası sözleşmeye aykırı bir uygulamayı sürdüren bir devlet "hukuk devleti" vasfına haiz kabul edilebilir mi?


2) Yapılan kanunların yalnızca anayasaya değil, taraf olunmuş ve bağlayıcı hükümleri bulunan uluslararası sözleşmelere de uygunluğunu denetlemekle sorumlu olan Anayasa Mahkemesi, yukarıda sıralanan hükümler ortada dururken ve iki üyesi de bu uygulamayı "angarya" olarak niteleyip red oyu verirken nasıl olup da bu kanunun yürütmesinin devamına karar verebilmiştir? (ilgili karar bu linkten okunabilir)


3) Türkiye Cumhuriyeti, bu sözleşmeye taraf olarak uluslararası topluma ve kendi vatandaşlarına vermiş olduğu taahhütleri yerine getirmiş kabul edilebilir mi?





En temel haklarımı gasp eden ve hukuka uygun davranmayan bir ülkede yaşadığımı düşünürsem, haksız mı olurum sizce?











Farmakoloji ve futbol

İki haftadır, ara ara, Alev Alatlı'nın Cüneyt Özdemir'in SoruYorum programında söylediklerini düşünüyorum. Geçen ay bir söyleşide kullandığı "paçozlaşma" tabiri, programda yine gündeme geldi. Alatlı bundan ne anladığını açıkladıktan sonra çok önemli bulduğum bir noktaya dikkat çekti. Toplumun belli bir alanında böyle bir eğilim varsa, bunun o alanla sınırlı kalması mümkün değildir. Bu tarz meselelerin işleyişi birleşik kaplar prensibine uyar, cemiyetin bir yerinde böylesi bir hal varsa mutlaka başka alanlarda da benzeri vardır. Seviye hiçbir yerde diğerlerinden daha yukarıda değildir, bir müdahaleyle yukarı çıkarsanız bile eski yerine geri döner. Bir kurumunuz yozlaşıyorsa, büyük olasılıkla çoğu kurumunuz yozlaşıyordur.

Belki de bu nedenle, bu akşam Tranzonspor - CSKA Moskova arasında oynanan Şampiyonlar Ligi maçını izlerken rahmetli Oğuz (Güç) Abi'nin asistanlığım zamanında bize (birkaç asistana) söyledikleri geldi aklıma:

Ulusal kongrelere gittiğinizde iyi bir eğitim aldığınızı, Türkiye'deki meslektaşlarınızdan yer yer çok daha iyi olduğunuzu göreceksiniz. Uluslararası kongrelere gittiğinizde de hiçbir şey olmadığınızı göreceksiniz.

Meslekte yeni sayılırım, asistanlığı  da sayarsak farmakologluk hikayem henüz 6,5 yıllık ama bu sürede gördüklerim bile Oğuz Abi'nin iddiasının haklılığına ikna olmak için yeterli. Tam da burada Alev Hanım'ın dikkat çektiği husus devreye giriyor. Yalnızca biz farmakologlar için geçerli değil yurt içinde iyi olanların yurt dışında ancak vasat olabilmesi, futbolumuz da bu kurala aynen uyuyor.

Elimizde uzun zamandır Türkiye'nin 4 büyük takımından bir kabul edilen bir takım var, geçen sene şampiyonluk kovalamış. Bu takımın flaş ismi Burak Yılmaz var bir de elimizde. Türkiye'deki lig maçlarında Trabzonspor'un genel saha içi organizasyonu oldukça iyi gibi görünüyor, Burak Yılmaz ise kimi zaman adeta "durdurulamaz" gibi anlatılıyor kimileri tarafından ama uluslararası arenaya çıkınca dökülmeye başlıyor pullar. Aynı durum diğer takımlarımız ve çoğu futbolcumuz için de geçerli, değil mi? Alev Alatlı'ya hak vermemek mümkün değil.Millet olarak (yanlış, eksik, baştan savma ve bozuk) iş yapma anlayışımız farmakoloji alanında kendini nasıl ortaya koyuyorsa, futbolda da öyle ortaya koyuyor.


Farmakoloji camiasının daha iyiye gitmesi için pek ümidim yok, iyiye gitmesine sebep olcak herhangi bir gelişme veya böyle bir gelişmeye dair bir emare dahi yok ortada. Futbolumuz için durum farklı mı sanki?





Not: Uzun zaman sonra okuyacaklar veya futbolla ilgilenmeyenler için maçın skorunu da yazmak gerekir sanırım: 0 - 0. Kendi sahamızda oynadığımız, kazanamazsak grupta zor duruma düşecebileceğimiz ve rakibin son 15 dakika on kişi kaldığı maçtan ancak beraberlik çıkarabildi Trabzonspor. Ve evet, Trabzonspor taraftarıyım. Trabzon'da doğup çocukluğunun bir kısmını Faroz'da geçirince, senede bir maç bile seyretmesen dahi, bırakamıyorsun takımı.

1 Kasım 2011 Salı

Kısa kısa - III

  • Gülüp geçmek, bir yaştan sonra, hafife almanın değil ağırlığına dayanamayacağını bilmenin işareti haline geliyor galiba.

  • Zeka da çalışma azmi de nadir bulunan şeyler, ikisinin aynı insanda olması ise çok çok nadir. Böyle bakınca Escher mucize gibi bir adam. O derecede zeka ve o kadar ayrıntıyla bıkmadan, yorulmadan uğraşacak azim bir daha ne zaman aynı kişide bir araya gelir bilemiyorum.

  • Herkes eşit ama herkes aynı değil. İyi bir ütopya yazılacaksa, bunu aklıda tutmak gerek.

  • Son bir iki yıldır üzerine en çok düşündüğüm konulardan biri "birlikte büyümek". Liseyi, üniversiteyi birlikte okuduğum, beraber uzmanlık yaptığım, aynı evde kaldığım insanların bir zamanlar "büyüklerin yaptığı şeyler" diye düşündüğümüz olayların içinden geçişine şahit ve yer yer ortak oldum. Ben de kendi payıma düşenleri yaşadım; sağ olsun sevdiklerim de eşlik, yarenlik etti. Birbirimizin acılarını anlayabilecek yaşa geldik hep birlikte. Ne güzel, ne fena...

  • Hayatımın bir kısmını, hakkında "elbet bir yolu bulunur" denilen şeylerin bir yolunu bulamayışımın hikayesi olarak anlatabilirim. Pek çok kişinin de aynı durumda olduğunda eminim. "Küçük adam"olmak ve acz böyle bir şey olsa gerek. 

  •  Zengin kız fakir oğlan hikayeleri yalnızca Türk sinemasının değil, tüm dünyada popüler filmlerin dönüp dönüp ele aldığı meseleler arasında. Bunu hakkını vererek yapan, mutlu sonla biten kuru melodramlar seviyesinin üzerinde bie şey ortaya kayabilen fazla örnek yok ama bu durum yeni bir moda ortaya çıkmasına engel olmadı.

    "Hep beraber zenginleşiyoruz" masalının biteviye anlatılması inandırıcılığını artırmadığı gibi sokaktaki realiteyi de değiştirmiyor. Adil dağıtılmayan bir milli servetin doğal sonucu olarak zengin-fakir ayrımının daha da belirginleştiği, dünyadaki eğilime uygun olarak refah devleti parça parça sökülürken orta sınıfın ortadan kaldırılıp, proleterleştirildiği zamanlardayız. Televizyonlar bu fırsatı kaçıracak değildi elbette...

    Zengin-fakir meselesini hikayenin merkezinde bir yerlere koyan dizilerimize bir bakalım: Adını Feriha Koydum, Kalbim Seni Seçti, Kuzey Güney, Pis Yedili, vb. Fakirliğin pek çok farklı olayın bir unsuru olarak dahik olduklarını da eklersek örnekler artar: Behzat Ç, Öyle Bir Geçe Zaman Ki, İffet...

    Meselenin popüler kültür içinde bu şekilde sulandırılmasının gerçek bir sınıf bilinci oluşmasına mani olup lümpenleşmeye yol açması, konunun kaderci bir bakışla ele alınmasının devamına hizmeti, "Amerikan rüyası"na inancın sürdürülmesine katkısı vb. tartışılabilir elbette ama benim girmek istediğim alan kesinlikle bu değil.

    Merak ettiğim husus şu:
    Geçenlerde Başbakan gazetelerin genel yayın yönetmenleri ile bir araya geldi ve terörle ilgili haberlere ne şekilde yer verilmesi gerektiğini konuştu. Haberlerin mevcut hali yönetimdeki iradenin görmek ve göstermek istediği resimle uyumlu değildi ve bir parça rötuşlanmasında fayda görülmüştü anlaşılan. Bu dizilerde anlatılan resim de "solun bittiği, sınıfların ortadan kalktığı bir dünyada hep birlikte zenginleşen millet" resmiyle uyumlu değil aslında. Başbakan, yapımcıları ve televizyon yöneticilerini çağırıp bu durumu da bir hale yola koymalarını ister mi acaba?

Beğendiyseniz paylaşabilirsiniz, maksat söz yayılsın.