21 Eylül 2011 Çarşamba

Kısa kısa - II

Şu veya bu zamanda, orada-burada yazdığım kısa yazılar ve okuyup, beğenip not aldığım şeylerden oluşan bir yazı olacak bu. Yanımdan ayırmadığım kara kaplı küçük defterim bunlarla dolardı eskiden, şimdi Evernote'da biriktirip buraya yazıyorum. Devir değişti, e tabii Çelik de değişti...  


1)
TRT Haber'deki spiker " Almanya, takımlarının altyapılarında yetiştirdiği futbolcularımızla başarıdan başarıya koşuyor" dedi. Bizim futbolcularımız değil onlar, Almanya'nın vatandaşları. Orada doğmuş, burada bulamayacakları altyapı imkanları sayesinde yetişmiş, Alman milli takımını izlerken heyecanlanarak büyümüş, taşıdığı genetik materyalden gayrısı Alman olan gençler (kimisinde genetik materyalin bile yarısı Alman). Mesut Özil örneğinden de anlaşılabileceği üzere giderek daha çoğu da bizim milli takımımızı değil Almanya takımını tercih edecek (yalnızca normal olan değil, onlar için iyi ve doğru olan da  bu bana sorarsanız). 
Resmi kanalı bu dille konuşan ülkenin yetkilileri, Almanlar "entegresyon başarılı olmadı" deyince kızmasın, pek de yardımcı olmadığımızı kullandığımız dil ele veriyor.

 2)
Yüzüklerin Efendisi'nde Angmar'ın Cadı Kralı bir Morgul bıçağıyla Frodo'yu yaralar; Frodo bu yara nedeniyle ölümden döner, yaşar ama o yara  ömür boyu ara ara sızlamaya devam eder. Ne zaman bir filmde, dizide, kitapta uzanıp aşık olduğu kıza dokunamayan bir delikanlı olsa, öyle bir his hasıl oluyor bende. İlk gençliğin üzerinden çok zaman ve çok mutluluk geçmiş yaraları sızlıyor.

3)
Bir yazarın büyüklüğünü değerlendirmek için okuyucularının düşünce evrenine (genişliğine ve içeriğine) ve üslubuna etkisini kriter alacak olursak yaşayan en büyük yazar ve şairlerimiz Cezmi Ersöz ve İbrahim Sadri oluyor galiba. Her türlü sosyal medya ve internet sözlüğünü esir almış olan "aşk üzerine pek anlamlı görünen, derinmiş gibi yapan sözler söyleme hastalığı" bu iki ustanın ellerinde hayat bulan sözlerin bir kuşağın dimağında yarattığı kalıcı hasarın büyüklüğü ve yaygınlığınının delili adeta.

4)
Ülkemizin bir türlü soğuyamayan sıcak gündeminin yeni maddelerinden biri Akdeniz'de petrol ve doğalgaz arama çalışmaları. Politik açıdan bulunacak çözüm ne olur, paylaşım nasıl yapılır kestirmek güç ama Türkiye bu işi yapacaksa Kıbrıs'la Güney sahillerimiz arasında kalan bölgede yapacak gibi görünüyor. Bu meseleye dair aklıma takılan ise geçen sene Meksika Körfezi'nde meydana gelene benzer bir kaza olasılığı. O bölgede bir petrol platformunda meydana gelecek bir kazanın ardından Güney sahillerimizi sızıntı kaynaklı petrolden korumak neredeyse imkansız. Göksu deltasındaki kuş cenneti ölür, plajlar ve turizm en az bir iki sene biter. Turizmi yeniden ayağa kaldırmak için yapılacak temizleme çalışmalarının maliyetini ise hesaplamak güç ama küçük olmayacağı muhakkak; buna kaçan turistlerin endişelerini gidermek ve onları geri getirmek üzere yapılacak yoğun bir reklam ve halkla ilişkiler kampanyasının masraflarını da eklemek gerek. Platformu işleten şirket sahillerdeki otel ve balıkçılara tazminat ödemek zorunda kalabilir, komşu ülkelerin sahillerinin göreceği hasara yönelik tazminat da bu masraflara eklenir; BP'nin bile canını sıkan bu masraf bizimkilerin belini epeyce bükebilir.
İşletilmeye değer büyüklükte ve kalitede bir rezerv bulunursa bütün bu riskler yok sayılarak işletilmeye başlanacağı muhakkak, malum, enerji konusunda dışa bağımlılığı azaltma gayretindeyiz (!). Ben rezervin fizibilitesi degerlendirilirken yukarıdaki risklerin de değerlendirilmesini daha akıllıca buluyorum. Bir kaza olursa sahillerimizin başına gelenler biyolojiyi yeterince bilmeyen ve doğayı para kadar önemsemeyen bu ülkede kimsenin umurunda olmayacak biliyorum ama bari anladıkları dilde söyleneni düşünseler: 
İki damla petrol için önemli döviz kaynaklarimizdan olan turizm gelirinden olmak oldukça aptalca olacaktır. 


5)

Müesses nizamdan rahatsız olduğu ve değişim arzusu taşıdığı iddia edilen bir halkın yarısı, bizzat genel başkanı tarafından muhafazakar olduğu beyan edilen bir partiye oy veriyor ve o parti değişimin lokomotifi olarak kutsanıyor; ya muhafazakârlığın tanımı değişti ya da bu işte bir terslik var. Neyi muhafaza edeceksiniz, neyi değiştiereceksiniz anlatsanız da öğrensek.
 
Gelelim alıntılara...
İlki Paul Krugman'ın yazılarında zaman zaman yer verdiği bir paragraf. Sinan Çetin'e selam ederek paylaşmak isterim:

There’s an age when boys read one of two books. Either they read Ayn Rand or they read Tolkien’s Lord of the Rings. One of these books leaves you with no grasp on reality and a deeply warped sense of fantasy in place of real life. The other one is about hobbits and orcs.

Beceriksizce bir çevirisini yapacak olursam şöyle olur galiba:
Erkek çocukların iki kitaptan birini okuduğu bir yaş vardır. Ya Ayn Rand okurlar ya da Tolkien'in Yüzüklerin Efendisi'ni. Bu kitaplardan biri gerçekliğe dair tüm anlayışınızı yok eder ve sizi gerçek hayat yerine oldukça çarpık bir fantezi hissine gömülmüş halde bırakır. Diğeri orklar ve hobbitler hakkındadır


Diğeri de severek takip ettiğim Meren'in Fotoğraf Günlüğü isimli blogdan, altına imzamı atarım deyibileceğim ifadeler:

Fırsattan istifade, bu hayatta konvansiyonel anlamda hiçbir motivasyonum olmadığını itiraf etmeliyim. Çoğu zaman bir şeyleri para için yapmaya tenezzül etmeyecek kadar önemli, insanlık için yapmaya kalkışmayacak kadar önemsiz hissediyorum (muhtemelen ikisi de pek sağlıklı değil, ama sağlık olsun). Bu hislerin kökleri belki de artık iyice silikleşmeye başlamış olan çocukluk yıllarıma kadar gidiyordur, bilemiyorum.




Bu gidişin sonu

Ekonomimizin harika gittiği söylemini kocaman bir yalan olarak görenlerdenim. Çin'in ardından, dünyanın ikinci en hızlı büyüyen ekonomisi olduğumuz açıklandı ama aldığım ürünler arasında üstünde "Türk Malı" yazanların oranında bir artış yok, işsizlikte dikkate değer bir azalma yok. Elle tutulur bir şey üretmeden, cari açığı şişirerek büyüyen bir ekonomi bana tuhaf ve gerçeklikten uzak geliyor. Benim bu tablodan anladığım ekonomik büyümemize temelde üç faktörün etkisi olduğu:

a) Adeta Keynesyen bir teşvik programını andıran devlet ihalelerimizle şahlanan (!) inşaat sektörü
b) Aynı inşaat sektörünün sürekli diktiği binalarla ABD'dekine benzeyecek bir "konut balonu"na doğru koşar adım giden macerası
c) Dünyanın paranın nereye gideceğini bilemediği bir dönemden geçmesinin tadını çıkaran kolay para bulup dağıtan bankacılık sistemimizin krediler ve kredi kartlarıyla beslediği, temelde ithal mallara dayalı tüketim patlamamız

Üzerinde daha fazla durmak istediğim konu, bu sonuncusu. Bu noktadaki bakış açımı Nihal Kemaloğlu Akşam gazetesindeki, 17.09.2011 tarihli yazısında çok güzel anlatmış:

"Coşan tüketimin boyutlarını BDDK verileri gösteriyordu, 2010'un Aralık ayı sonunda 172 milyar 623 milyon olan kredi toplamı, bu yılın daha temmuz ayında 209 milyar 578 milyona dayanmıştı.
Brüt reel ücretler gerilerken, 2011'in ilk altı ayında tüketim yüzde 10 artarken belli ki tüketici kredisi ve kredi kartlarıyla özel tüketim ve doğal olarak 'büyümemiz' desteklenmişti..."


Bu aslında farkında olunmayan bir tehlike değildi ama önlem almanın siyasi faturası ağır geldi galiba, önlem ertelendi. Geçen senenin sonunda onaylanıp geçtiğimiz ay yürürlüğe giren uygulama tam da bıu problemi hedef alıyor.

Yeni uygulamaya göre bir takvim yılı içinde 3 kez kredi kartı borcunun yarısından azını yatıran kullanıcıların limitleri artırılmayacak ve bu kişiler kredi kartlarından nakit avans çekemeyecekler. Anlaşılan o ki kredi kartlarında biriken borcu dizginleme ihtiyacı sonunda anlaşılmış.

Peki bu uygulama neden geçen yıl sonunda yürürlüğe sokulmadı? Önümüzdeki aylarda olacaklara bakarsak bunun cevabını buluruz sanırım.

Aylık geliri 1000 TL olan ve elinde 3000 TL limitli bir kredi kartı olan bir vatandaşımızı düşünelim. Zaman içinde vatandaşımız kredi kartını limitine kadar doldurmuş olsun. Yani her ay ekstre borcu 3000 TL+faizlere bağlı limit aşımı kadar olacaktır. Nakit çekimler ve gecikmiş ödemeler için ortalama faiz %5 civarında olduğuna göre bu aşan tutar 150 TL olur, etti 3150 TL. Çoğu banka asgari ödeme oranını %20 seviyesinde tutuyor, eder 630 TL. Vatandaşımız yaklaşık  650 ödeyerek kredi kartını açık tutup, haciz belasından uzak durabilecektir ama bir problem var: 1000 TL maaştan geriye kaldı 350 TL, o da hiçbir şeye yetmez. O zaman vatandaşımız her ay bir yerden zaten geri ödeyemeyeceği bir borç bulamayacağına göre geriye tek çare kalıyor. Yaptığı ödemeyle kredi kartında açılan serbest limiti nakit avans olarak çekmek. Bu döngüye bir kez giren kardeşimin borcu asla azalmayacak ama aylık olarak yalnızca faizler ve nakit çekim ücretlerini ödeyerek en azından sistemin sürdürülebilirliğini sağlayacaktır (borcu döndürmek, devletimizin bol enflasyonlu yıllarda uzun süre yaptığı şey).

Yeni uygulamayla bu arkadaşın hali nice olacak?
İlk ihtimal iyi olan. Sistemi sürdürmek için her ay borcun yarısını yatırıp sonra nakit avans çekecek. 1000 TL maaş bunu yapmaya yetmediğinden her ay birinden 500-600 TL kadar para bulacak, bankaya yatıracak, sonra çekebildiği kadarını çekecek, 500-600 TL'yi geri verecek, geri kalanıyla geçinecek.
Kötümser senaryo da şu: 
2 ay daha bunu yapacak, üçüncü ay yatırdığı parayı geri çekemeyecek ve borç aramaya başlayacak, bu her ay böyle devam edecek ve bir zaman sonra  borç da bulamaz olacak çünkü o zamana kadar aldıklarını da ödeyememiş olacak  ve er geç kredi kartını ödeyemeyecek ve gelsin icra davası...

Bahsettiğim varsayımsal durumda kaç bin vatandaş var bilmiyoruz, bir kaç kredi kartı olup bu anlatılandan daha beter durumda olanlar da olabilir (bu senaryoyu bir kredi kartından çektiği avansı diğer karta yatıran, sonra da tekrar çeken kişi şeklinde bir veya birkaç tur daha uzatırsak oradaki tabloyu hayal edebiliriz) ama tahminim şu ki bu kişilerin bir kısmı bir kaç ay içinde banka hacizleriyle karşılaşacaklar. İçlerinden intihar edenler olursa haberlere ve gazetelerin üçüncü sayfalarına konu olacaklar; babası için ağlayan küçük çocuk resimleri yerleşecek ekranlara, sayfalara. Bunlar ülke için yeni şeyler değil, daha önce de gördük ama "ekonomi harika gidiyor" resmine uymadıkları da muhakkak. 

Bu uygulamanın neden geçen yıl başlatılmadığını anlamış olduk. Hiçbir hükümet seçime aylar kala bir ülkede bu manzaraları istemez. İktidardaki bir kişi veya partinin tekrar seçilmesine en büyük etkiyi yapanın iktisadi başarısı olduğu, bununsa tüm iktidardaki tablo ile değil son 6-8 aydaki durumla değerlendirildiği ortaya konmuş bir şeydir. 4 yılda bir seçim yapılan bir ülkede 3,5 yıl harikalar yaratsanız da seçimden önceki 6 ayda ekonomi kötüye giderse iktidarı kaybedersiniz. Seçilmenizden sonraki ilk yıl içinde işler kötüye gitse de son yıl görüntüyü toparlarsanız yeniden seçilebilirsiniz. Bu nedenle bahsedilen uygulama için en uygun zaman seçimlerden hemen sonraki aylar olacaktır. Seçimlerden önce manzara bulanmaz, tekrar seçilirsiniz, sonra karar yürürlüğe girer, ortalık biraz karışır, bir sonraki seçime kadar da ortalığı toparlamak için yeterince zamanınız olur. İşte, bana sorarsanız, elimizdeki durum tam da böyledir.
 
Öyleyse ne olacak?

a) Önümüzdeki aylarda o iflas-haciz hikayeleri mutlaka yaşanacak.

b) Bu olayların çok yayılması bankaları da zor durumda bırakacağından dizginlenmesi gerekecek. 2-3 yıl öncekine benzer bir borç yeniden yapılandırma süreci başlatılacak. İnsanlara kredi kartı borçlarını ödeyebilmeleri için bireysel krediler verilecek, bununla ilgili her banka bir kampanya başlatacak veya banka, borcu eşit taksitler ve makul bir faizle orta vadeye (18-36 ay) yayan bir ödeme planı önerecek (veya bunu yapmayacaklar ve hacizden içeri düşenlerden hapishanelerde yer kalmayacak).

c) Bu durum tüketimde daralmaya neden olacağından büyüme değerlerimiz bir süre düşük seyredecek ama yetkililer onu da küresel krize bağlayıp geçiştirecekler.

d) Diğer ülkelerde süren krizler bankaların dışarıdan para bulmasını zorlaştırır, içeriden gelen para azalırsa bankalar kredi dağıtmakta zorlanır hale gelecekler ve faizler artacak. Bu durumda insanlar konut kredisi  kullanıp ev almaktan da uzak durmaya başlayabilir. Borç parayla yapılan binalar satılmadıkça o inşaatları yapan müteahhitler de batmaya yaklaşabilir, borçlarını ödeyemeyebilir, konut balonumuzun sonu gelebilir (bu yalnızca içerideki düzenlemenin sonucu değil elbette).

e) Müteahhitler batınca, bankalar binalar el koyar ama satamazlar çünkü almak isteyenler azalmıştır, onların parayı döndürme ve kredi dağıtma işlevi de sekteye uğrar, hatta batabilirler (bu ABD'de olan şey, bir ara bizde de olması oldukça muhtemel ama önümüzdeki sene olur mu, emin olamıyorum).

a, b, c maddelerinin neredeyse kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum. d ve e konut balonunun patlaması senaryoları, bir gün mutlaka yaşanacaklar ama ne zaman bilemem; kredi kartı düzenlemesiyle mutlak bir illiyet bağı kurmaksa doğru olmaz zaten.

Bunlar benim tahminlerim. Bakalım neler olacak. Yanlış tahmin yapanı vurmuyorlar zaten.




Not: Freakonomics tayfasının yapmaya başladığı birer saatlik Freakonomics Radio programlarının sonuncusu tam da bu tahmin yapmanın bedava olması üzerine. Tutturursan "ben demiştim" demenin böbürlenmesi var, tutturamazsan da hatırlayıp hesap soran yok zaten. Televizyondaki ekonomi yorumcularının rahatlığı biraz da bundan. "Sana uydum, gitti paralar" diye yakalarına yapışan yok, bunu yapmak kanunen mümkün de değil zaten. İngilizce programı takip etmekte zorlanmam diyenler için "The Folly of Prediction" isimli programın linki de şu: http://www.freakonomics.com/2011/09/14/new-freakonomics-radio-podcast-the-folly-of-prediction/  Tavsiye ederim.
  -----------------

 Güncelleme - 25.07.2014:

Bu yazının yazılmasının üzerinden yaklaşık üç yıl geçti. FED'in QE miktarını kısması haberleri, Gezi olayları vb. derken epeyce dalgalandı ekonomi ama inşaat balonu henüz patlamadı. Krediler ve kredi kartları ise tam olarak patlamasa da sürekli sıkıntı çıkarıyor, galiba o sıkıntı da büyüyor. 
Meseleyi takip etmek adına, 16.07.2014 tarihli Hürriyet'te yayımlanan şu haberi paylaşmak isterim: 
Banka borcunu ödeyemeyenlerin sayısında patlama

------------------




 

3 Eylül 2011 Cumartesi

Yüz yıl, üç kuşak, aynı hikaye

"El emeğinin, insanı ahlaklı hele getiren etkisi hakkında çok şey yazılmıştır; şüphesiz bunu inkar edecek son kişi de ben olmalıyım. Rusya'da yapıldığı gibi, insanları meşgalesiz bırakmak onların ahlakına son derece zarar vermek anlamına gelir ve son derece işe yaramaz bir cezadır; bu, son enerjilerini de öldürmek ve onları ileride hayatlarını çalışarak kazanamayacak hale getirmektir. Ama çalışmak vardır, bir de çalışmak vardır. Bir özgürce çalışmak vardır; insanı ayağa kaldıran (yükselten), zihnini ağrı veren marazi düşüncelerden kurtaran, kişiye kendisini dünyanın derin hayatının bir parçası gibi hissettiren özgürce çalışma. Bir de insanı aşağılayan, kölenin zorla çalıştırılması vardır; yalnızca daha kötü bir cezadan korkulduğu için istemeyerek yapılan."

Hayır, yine zorunlu hizmetten bahsetmeyeceğim. Yukarıdakiler, bana mesleğinin elinden alınması tehdidiyle zorla çalışan doktorları hatırlatsa da, çok başka bir durum hakkında yazılmış cümleler. Bunlar Prens Pyotr Aleksiyeviç Kropotkin'in "Rus ve Fransız Hapishanelerinde" kitabından. Karşılıklı yardımlaşma, ücretli çalışmanın kaldırılması, anarşist komunizm fikirlerinin babası Kropotkin'in 1887'de yayınlanan kitabı kendi hapishane günlerinin anıları dışında, kendi kaldığı haricindeki hapishanelerin de fiziki şartlarını ve orada yaşananları anlatıyor. Sibirya'da yalın ayak yürünerek yapılan sürgün yolculuklarını, mahkumun ailesinin onu umutsuzca takip etmesini, bu koşullarda büyümeye çalışan kız çocuklarının uğradıkları tacizleri, kurak Sakhalin adasının bir hapishane kolonisi haline getirilmesi çabasını ve daha pek çok şeyi.

Bu kitapta anlatılanların hiçbiri yeni değildi benim için aslında. Fyodor Mihayloviç Dostoyevski'nin 1862'de yayınladığı, kendi sürgün hatıralarını biraz kurguyla birleştirerek anlattığı Ölü Bir Evden Hatıralar'ı okumuş biri için kitapta yeni pek bir şey yok ama aynı öyküyü bir kez daha okumak devlet denen aygıtın en gözden saklanan ve korkunç yüzlerinden birini bir kez daha görmeyi sağlıyor.

Daha da acı olan Rusların ve Rus yazarlarının hapishane hikayelerinin burada bitmemesi. İki kuşaktan iki yazarın anlattığı hikaye yaklaşık 100 yıl sonra bir kez daha anlatıldığında değişen neredeyse hiçbir şey yok. Çarlık Rusya'sının hikayesinin bir benzerini Sovyet Rusya için Gulag Takımadaları'nda anlatan Aleksandr İsayeviç Soljenitsin oldu. İnsanların hapsedilmesinin sebebinden (aslında sebepsizliğinden), sürgüne giden yolun eziyet haline getirilmesine; mahkumların köle gibi çalıştırılmasından, içine düştükleri ruh haline kadar hikaye aynı.

Bana en dikkat çekici gelen yan, Rus edebiyatının da en sevdiğim yanı aslında. Anlatılan ne olursa olsun, üzerinde konuşulan politik mesele ne kadar önemli ve yakıcı olursa olsun özünde hep bir insan hikayesi anlatılması (benzeri müzikleri için de geçerli, Prokofiev'i sevemememin sebebi de bu galiba). Kropotkin'inki özünde bir roman değil, bir inceleme kitabı olsa da üzerinde en çok durulan şey şartlar değil, bu şartların mahkumlar üzerine etkisi; sağlıklarına, zihinsel hallerine, ahlak anlayışlarına, cemiyete intibaklarına verilen onarılması imkansız zararın detaylı bir tasviri. Dostoyevski'nin en büyük meselesi zaten insan, Soljenitsin ise kesinlikle ondan aşağı kalmıyor. 

"Arada geçen kuşaklarda benim atladığım bir kitap var mı" diye düşünmeden edemiyorum. Üç kitabı da, yayınlanış sırasına göre, okumayı (henüz okumamış olanlara) şiddetle tavsiye ederim.


Bitirirken Kropotkin'den bir alıntı daha yapayım:
"... our century which writes so much, and cares so little, about humanitarian principles." 

"... insani ilkeler hakkında çokça yazan ama onları pek de önemsemeyen yüzyılımız"

 Aradan geçen yüzyıldan fazla zamandan sonra hala aynı cümle kurulabiliyorsa, aynı hapishane hikayesi yalnızca işkence yöntemleri teknoloji sayesinde daha da acımasızlaştırılmış olarak anlatılabiliyorsa, gelişme ve medeniyetten bahsedilmesi komik değil mi?








2 Eylül 2011 Cuma

Şaban ile Berk


Filistinli bir yönetmen Roll'da yayımlanan röportajında geçmişi her hatırlayıp anlattığında aslında onu yeniden yarattığını söylemişti. "Geçmişe dair bir hikayeyi her anlattığımızda küçük bir parça değişiyor, hikaye bugün olduğumuz insanın dilinden dökülürken, aynı zamanda o insana daha uygun hale geliyor" diyordu. 

Kişisel tarihiyle olan ilişkisi adeta geviş getirme tarzında olan bir insan olduğumdan bu satırlar hemen dikkatimi çekmişti, yıllar geçse de hala aklımdan çıkmış değil. Tıpkı kuşaklar boyunca anlatılan halk hikayeleri ilk söylediğinden bambaşka bir hale gelir gibi, ben de mazimin olaylarını her hatırlayışımda/anlatışımda bambaşka bir şekle sokmuşsam, geçmişimi anlamaya çalışırken uğraştığım veri düpedüz yanlış demekti. 

Maziyle bu tarzda uğraşmamın bir başka yanlışlığını  bana gösteren henüz fakülteyi bitirmediğim dönemde farmakoloji departmanında geçirdiğim zamanlarda en çok konuştuğum insan olan İlknur Ay olmuştu. O zamanlar farmanın doçenti olan, sonrasında ABD'ye giden ve hala dönmeyen İlknur, yaptığım şeye "post-hoc rasyonalizasyon" derdi (işlem bittikten ve tüm veri toplandıktan sonra, olanları ve sonuçları o veriye ve akla uydurma). Bu Thomas Kuhn'un gündelik bilim tanımına benzeyen bir şey. Kuhn der ki, paradigma değişimi yaşanan dönemler dışında bilim adamları standart bir paradigma ile çalışır, karşılaştıkları verileri olduğu gibi değerlendirmek yerine var olan paradigmanın kutusunun içine tıkıştırmaya çalışırlar ve yeri geldiğinde uymayanları göz ardı eder ve hatta tahrif ederler. 

Yalan değil,  o zamanlar yaptığım biraz böyleydi. Hayatıma ve içindeki insanlara dair kafamda oluşturduğum modele uygun olacak şekilde hikayeleri tekrar anlatmak, işe gelmeyen yönler üzerine hiç düşünmeyip onları dışarıda bırakmak ve sonunda ne olursa olsun benim haklı ve/veya kurban olduğum bir gerçeklik kurgulamak.

Zamanla bu alışkanlıktan elimden geldiğince vazgeçtim. Artık farkındayım, böyle bir yaklaşımla bir şeyleri anlamak mümkün değil. Böylesi olsa olsa insanın kendisine propagandası oluyor. Anlatılan hikayeyi bilmeyen ve yalnızca anlatıcıdan dinleyen insanlara da bir propaganda elbette, ne kadar harika ve mazlum bir insan olduğumuza dair. 

Ben bu saçma alışkanlığı bir yana bırakırken görüyorum ki ülke ve toplum olarak buna gömülmekle meşgulüz. Tek başına bir bireye faydası olmayan ve hatta zarar veren bu yaklaşımın koca bir milletin mazisini anlamasına nasıl bir yardımı olabilir bilemiyorum.

Milli eğitimin tarih kitaplarından dimağımıza boca edilen resmi tarihe kefil olacak kadar aptal veya cahil değilim ama yenisi de bir garip. Belgesellerden köşe yazılarına, televizyon tartışmalarından sosyal medyaya kadar dört bir yandan üzerimize boca edilen, son 100 yılımıza dair yeni paradigma şu galiba:

Osmanlı'nın son yıllarında çeşitli hristiyan milletler tarafından yurtlarından edilen müslüman göçmenler ve Anadolu'nun müslüman halkı el ele verir ve Anadolu'yu işgal eden hristiyanlara karşı bir cihad yaşanır (bağımsızlık savaşı değil). Sonra dinle imanla alakası olmayan, çoğu eski İttihatçı ve büyük kısmı da mason olan bir elit gelir ve bu cihadın bakiyesini gasp ederek dinsiz bir cumhuriyet kurar (bir islam devleti değil). Bu dinsiz devlet uzun yıllar boyunca dindar insanlar üzerinde inanılmaz baskılar kurar, onları her fırsatta aşağılar (başka sınıfsal sebeplerle değil, yalnızca müslüman olduklarından dolayı; ve başka gruplara olduğundan daha fazla müslümanları). Sonra o müslümanlar zaman içinde iktidara gelir ve bu ülkeyi aslına döndürürler, bu yüz yıllık tahrifatı/tahribatı onarmaya girişirler.

Bu, kurgulanmış her gerçeklik gibi, kimi gerçekler içerse de işe gelmeyen kimi gerçekleri de dışarıda bırakan, gerçeklerin tamamına yer vermeyi dert edinmeyen, kurgulayanın görmek istediği dünyayı aklayan ve tıpkı benim eski hikayelerim gibi anlatanı hep haklı ve/veya mazlum gösteren bir paradigma gibi geliyor bana.

Memleketin tarihini 1984 romanını hatırlatacak şekilde yeniden yazan bu kafaya bir süredir denk geliyordum, bugün Mustafa Akyol'un Twitter'da yazdıkları vesile oldu, oturup yazdım. Popüler kültürün dilinde hakim ideolojinin kırıntılarını arayıp bulmak güzel bir düşünce faaliyeti olabilir, oldukça da işlevsel olabilmektedir ama bakış açısını burada da tarafsız tutmaya çalışmak gerek. Bir bakalım Akyol'un yazdıklarına, yukarıda anlatmaya çalıştığım meseleye de bir örnek olur belki.






 











1 Eylül 2011 Perşembe

2 milyon yıl sonra

BBC Radyo 4 harika bir iş yapmış, tamamı İngiltere'deki müzelerde yer alan 100 nesneyle insanlık tarihini bir özeti: A History of the World in 100 Objects . Tam da bir kamu yayını kuruluşunun yapması gerekecek bir iş. Dünyanın dört bir yanına gidilmesini gerektiren pahalı bir yapım süreci yok, kendileri de devlete ait olan müzelerdeki objeler; bir sunucu, bir kamera, radyo için yapıldığından temiz kayıt alan bir mikrofon. Bilgili bir tarih öğrencisiyle, işbilir bir radyo-televizyonculuk öğrencisine az bir masrafla yaptırılabilecek bir iş neredeyse. Benzer bir yaklaşımla "100 Nesnede Anadolu Tarihi" işine girse TRT, çok güzel olur.

Seri ilk başladığında BBC History Magazine podcast'inde bahsetmişlerdi ama üzerinde durmamıştım, eşeklik etmişim. Bu kadar gecikmeden keşfetmek güzel olurdu. İnternet sitesinde objelerin resimleri, tüm yüzlerini görmemizi sağlayan videoları, bulundukları yeri gösteren dünya haritaları ve kimi objeler için uzmanların yaptığı kısa yorumların videoları var. 

Bahsetmek istediğim de o videolardan biri. İkinci nesne, kullanılan ilk taştan el aletlerinden biri, yaklaşık 2 milyon yıl yaşında. El baltalarından bile önce kullanılan, daha kaba bir alet ama şuradaki videoda Sir David Attenborough tarafından dile getirildiği gibi onda bile bir güzellik kaygısı var. Yanlızca işe yaramasına yetecek olandan daha fazla bir "mükemmeliyet" içerecek şekilde işlenmiş bir taş parçası; adeta yalnızca iş görmesi değil, göze de hoş gelmesi amaçlanmış gibi. Attenborough da söylüyor, alet kullanan başka hayvanlar da var ama bu aletin aynı zamanda "güzel" olmasını istemek, bunun için emek ve zaman harcamak "insanlık"a ait, onu tanımlayan bir durum.

İşte bu noktada ben 2 milyon yıl sonraya, bugüne dönüyorum.

Üçüncü dünyada bilim zor iştir. Gerekli olan her aleti satın alamazsınız, o kadar para yoktur. Bu nedenle uzmanlık sırasındaki danışmanım Prof. Dr. Rüştü Onur kimi aletlerimizi yapmamızı beklerdi, kendisi de yapardı. Pürmüzle cam işleyen; torna-freze kullanan bu adamın beni takdir eder ilk sözünü elimde havya lehim yaparken gördüğünde duydum. Asistanlığım boyunca ben de bolca alet yaptım ve o hepsinin çok düzgün olmasını istedi. Pedallı koşullama sistemine gözlük sapı ve bir parça pleksiglasla pedal yaparken frezede parçayı çıkarmam yetmedi, düzgün görünmesi de gerekiyordu. Yaptığım "radial arm maze" boyanacağı zaman yalnızca hayvanın yürüyeceği üst kısmını değil, tamamını boyadım uyarı almayı beklemeden. Elektrofizyoloji için yaptığımız organ banyosunun aslında bir parça siyah plastikten fazla bir şey olmayan contası kenarlardan yarım milimetre bile taşmamalıydı, "git şunları düzelt" dedi hemen.  

"Tamam, para vermeyelim diye kendimiz yapıyoruz ama sanat harikası olmasına gerek yok, işi düzgün yapsın yeter" diye düşündüğümden uyuz olurdum.

Attenborough'un bahsettiği işlevden fazlasını isteyen, göze hoş görünen bir alet isteyen insan 2 milyon yıl sonra hala yaşıyor, Rüştü Onur'u tanımış olduğumdan ben en azından bir örneğini biliyorum. İnsan tuhaf ve çirkin tarafları da olan bir yaratık ama bazen beni şaşırtacak incelikler de çıkıyor içinden; 2 milyon yıl önce de, şimdi de ve sanırım gelecekte de.

Binlerce yıldır güzel aletler yapan herkese; bu sıralar hastalıkla uğraşan, tasarımın bir objenin işleviyle ilgili olduğunu söylese de (belki de o ilkel duygu hala içimizde yaşadığından) hep güzel aletler tasarlanmasını isteyen ve bunu başaran Steve Jobs'a ve  asistanlıkta çokça kavga etsem de çok sevdiğim Rüştü Hocam'a saygılarımla...





Beğendiyseniz paylaşabilirsiniz, maksat söz yayılsın.