23 Aralık 2010 Perşembe

Doktor, vekil ve mecburi hizmet

İşler, hastalık, vb. derken boşladım blogu. Bu da bir geri dönüş yazısı olsun.
Buraya yazmadığım dönemde AKP milletvekili Emin Ekmen'le twitter'da mecburi hizmet meselesi üzerine tartıştık biraz. Aramızda geçen diyalogu (yorumlarımı da eklemek kaydıyla) blogda yayınlamak üzere izin istedim, o da itiraz etmedi. Diyalog şöyle gelişti:

IBBal Diplomalarına el koyarak doktorları zorunlu hizmete yollamanın diyetini maaşla verdiğini düşünen hükümetiniz, ( @edibesozen @emin_ekmen )

IBBal bu maaşın insanları hayatlarından koparmanın manevi tazminatını da kapsadığını mı düşünüyor? ( @edibesozen @emin_ekmen )

IBBal Kişilerin yaşadıkları yeri ve çalıştıkları işi seçme haklarını elinden almak nasıl bir özgürlük anlayışıdır? ( @edibesozen @emin_ekmen )
emin_ekmen @kgulusoy @ibbal Hakkari'de koy yolunda ölen hamile kadının yakini da Malkara da muayene olamayan hasta da hesabı hükumetten soruyor ama
IBBal @emin_ekmen "Ben kamuda çalışacağım" diyen doktoru istediği yere tayin etme hakkı vardır devletin,bu personel rejimidir, normaldir.

IBBal @emin_ekmen ama insanların diplomalarına el koyup, onları zorla bir yere çalışmaya göndermek köleliğin bir türüdür. http://bit.ly/8GLdpA 
emin_ekmen @kgulusoy @ibbal @edibesozen soru basit ; zorunlu hizmet mi? Yoksunluktan Olum mu? Herkesin bu vatana ve bu insanlara bir borcu var!

IBBal @emin_ekmen Aynı borç neden mimarlara,mühendislere,hemşirelere,diş hekimlerine ödetilmiyor? O insanların yalnızca doktora mı ihtiyacı var? 
 IBBal @emin_ekmen 10 yıl emekle elde ettiği diplomaya el konup, önce kölelik etmezsen mesleğini yapamazsın denilen kişi için konu hiç basit değil 
  IBBal @emin_ekmen İkisi de kamuda çalışanlar eş durumu kurasından faydalınıyor.eşi özel sektörde çalışan bir doktorun durumunu düşündünüz mü? 
IBBal @IBBal 'bu vatana borcunu" hem askerlik yaparak hem de zorunlu hizmete giderek ödeyen doktorlardan başka meslek grubu var mı?
IBBal @emin_ekmen "vatan borcu, ödeyeceksiniz" diye kestirip atmaktan daha fazlasını söyleyebilmenizi dilerdim.kölelik uygulamasına sahip çıkmayın  


Görüldüğü üzere daha çok ben konuşmuşum, sayın vekilin iki ifadesi var:
1) Hakkari'de koy yolunda ölen hamile kadının yakini da Malkara da muayene olamayan hasta da hesabı hükumetten soruyor ama
2) soru basit ; zorunlu hizmet mi? Yoksunluktan Olum mu? Herkesin bu vatana ve bu insanlara bir borcu var!

Bunlara sırayla cevap vermek gerekir sanırım:

1) Vatandaş sağlık hizmeti alamadığını düşündüğünde hesabını elbette hükümetten soracak. İktidar olmaya talip olmak biraz da bunu göze almak demek. Bugüne kadar "devlet vatandaşa sağlık hizmeti götürmesin" diyen doktor tanımış da değilim; sosyal devletin varlığını koruması ve giderek güçlendirilmesi gerektiğini düşünen bir insan olarak benimse buna hiç itirazım olamaz. Mesele hizmetin götürülmesi ihtiyacı değil, bu ihtiyacın karşılanması için bulunan yolun zorbalık oluşudur.
Daha önce burada yazdığım, diyalogda da sayın vekile belirttiğim gibi "Ben kamuda çalışacağım" diyen doktoru istediği yere tayin etme hakkı vardır devletin,bu personel rejimidir, normaldir.Polisler, askerler, öğretmenler gibi başka meslek gruplarına da uygulanan bir yaklaşımdır ama diplomasını alır almaz, kendisine sormaksızın kamuda çalışacağı söylenip kuraya dahil edilen, kura sonucu belirlenen yerde çalışmazsa mesleğini yapmaktan men edilen başka bir meslek grubu yok. Bu durum eşitlik ilkesine düpedüz aykırı bir hak gaspıdır benim gözümde (hukuken de öyle değil mi aslında?)
Kişileri iradeleri dışında belli bir yerde ve belli bir işte çalışmaya zorlamak (ne kadar yüksek bir meblağ ile tazmin edilirse edilsin) kölelik kapsamına girer. Bunu devletin yapması ve bunu yapmak üzere kanun yapma yetkisini suistimal etmesi apayrı bir skandaldır.
Toplumun refahını köle emeği kullanarak artırmak yeni bir yaklaşım da değil açıkçası. Binlerce sene önce Mısırlılar, Romalılar da bunu yapıyordu. Romalıların barbar kabul ettiği, henüz şehir medeniyetini oturtmamış kuzeyli kabileler bile köle kullanarak daha çok iş elde etmeyi ve bazı vatandaşları rahat ettirmeyi bilirdi. 21. yy'da, dünyanın önde gelen uygar devletlerinden biri olduğu iddiasındaki Türkiye'de, kimi vatandaşların sağlık problemine bulunabilen çözüm hala köle çalıştırmak oluyorsa büyük bir yanlış yapıyoruz  demektir. Ya iddiamız yanlış ya da icraatımız!  

2) Herkesin bu vatana ve millete borcu olmasıysa bambaşka bir eşitsizliğin itirafı aslında. Herkesin böyle bir borcu olduğunu kabul etsek bile (ki şu anki hükümet döneminde yükselişini izlediğimiz liberallere bunu söylesek bizi çağdışı ilan ederler, zira bu iddia özgür ve bağımsız bireylerden oluşan toplum tasavvuruna ve o bireyin toplum ve devletin baskılarından korunması hedefine tamamen aykırıdır) bu borcun ödenmesinde bir eşitsizlik olduğu aşikar.

Oradaki vatandaşın yalnızca doktora mı ihtiyacı var? Doktora gideceği yolu yapacak mühendise de ihtiyacı var, doktorun yazdığı ilacı satacak eczacıya da. Dahası, tıpkı bu zorunlu hizmetlerine zaman zaman gerekçe gösterildiği üzere, doktorlar gibi eczacılar ve inşaat mühendislerinin de büyük kısmı devlet üniversitelerinde okuyor. Bu durumda hem vatandaşa hizmet götürmek, hem de doktorlara yapılan eşitisizliği dengeye getirmek üzere hükümet eczacılara ve inşaat mühendislerine de mecburi hizmet getirmeli, öyle değil mi? Türkiye'de fakülteyi bitiren her eczacı, diplomasını eline alıp mesleğini yapabilmek istiyorsa, gidip iki sene devletin çektiği kurada neresi çıktıysa orada çalışmalı.
Bu noktada itiraz devletin hastaneleri olduğu ama eczanelerin ve yol inşaatlarını ihale usulü alan şirketlerin özel sektöre dahil olduğu yönünde olabilir. Mesele de tam bu işte, oradaki vatandaş ilaçsız kalınca hesabını devletten soracaksa (doktorun hesabını sorduğu gibi) devletin oraya bir eczane açma, oraya bir eczacı gönderme, o eczaneye diğer eczanelerin yeterince karlı bulmadığı ya da iktisaden gücü yetmediği için getirmediği ilaçları da getirme sorumluluğu da yok mu?
Tüm bunları ve burada yazamadığım pek çok işi yapan bir sosyal devlet ortada olsa, mecburi hizmet böylesine büyük bir devlet projesinin ayağı olsa emin olun itirazlar daha az olurdu. Devletin bu şekilde büyütülmekten öte giderek küçültülmesi fikri etrafında şekillenen politikalar uygulanırken, daha geçenlerde sayın başbakan "kimse bizden, hiçbir yere fabrika yapmamızı beklemesin" diyerek bu durumu çok güzel özetlerken, memleketimizde pek bir lanetle yad edilen eski komunist ülkeleri hatırlatan bir zorla çalıştırma uygulamasının yalnızca doktorlara uygulanıyor olması bir tek bana mı garip geliyor? Sanmam.
Meseleyi kavramlar üzerinden konuşacaksak, sıkıntı populizmden popularizme geçiş yapamamaktır. Burada popularizmi daha çok Avrupa Hristiyan Demokratları tarafından yapılmış tanımıyla ele alıyorum: Belli bir grubun ya da sınıfın (bunlar çoğunluğu oluştursalar bile) iyiliğini-faydasını değil toplumun tüm fertlerinin iyiliğini-faydasını gözetmek ve bu yolla uyum içinde bir toplum inşa etmek amacıyla politika üretmek; yani basit bir çoğunlukçuluktan kendini kurtarıp gerçek bir halkçılığa, vatandaşların tümünü kucaklayan bir yaklaşıma geçiş.

Görünen o ki biz şimdilik bundan uzağız. Sayın vekilin doktorları ödemeye çağırdığı vatan borcu tam da böyle bir şey. Çoğunluğun faydası için, daha küçük (ve hatta kimi zaman, kimilerince elit yaftası yapıştırılan) bir grubun feda edilmesinde, köleleştirilmesinde beis görülmeyen noktadayız.

İleri medeniyetler dilerim efendim.

Not: Sayın Ekmen'e daha önce söz verdiğim üzere bu yazıdan kendisini haberdar edeceğim ve herhangi bir itirazı, düzeltmesi ya da açıklama isteği olursa tamamına burada yer vereceğim.

Not2: Yazı yayınlanalı epey zaman oldu ancak Sayın Ekmen'den bir yanıt gelmiş değil. Söz vermiş olmama rağmen cevap yayınlamayışım benim sansürcülüğümden değil,  bir cevap gelmemiş olmasındandır.

25 Kasım 2010 Perşembe

Yetkililer görevlerinin başında

Memlekette ne zaman vaktinde önlem alınsa önlenebilecek bir şey olsa, bir devlet büyüğümüz (Allah onları başımızdan eksik etmesin (!) ) çıkıp, zamanında o önlemlerin alınmasını sağlamamış olan aynı yetkililerden bahsederek o meşhur cümleyi kurar:

YETKİLİLER GÖREVLERİNİN BAŞINDA

Ayamama Deresi taştı, İstanbul'un orta yerini sel aldı, yetkililer görevlerinin başındaydı.

Madenciler göçük altında kaldılar güvenlik önlemi alınmamış madenlerde, yetkililer görevlerinin başındaydı.

Tuzla'da tersanelerde onlarcası öldü asgari ücrete talim edenlerin, yetkililer görevlerinin başındaydı.

İnşaatı iyi denetlenmemiş çürük evler depremde çöktü, binlerce kişi öldü 17 Ağustos 1999 İzmit Depremi'nde, yetkililer görevlerinin başındaydı.

Bir süredir eczanelerin ereksiyon bozukluğu tedavisi ilaçlarındaki promosyon uygulamasına kafayı takmış durumdayım. Merak ettim, yetkililer o konuda ne halde diye ve 27.10.2010 tarihinde Ankara İl Sağlık Müdürlüğü'ne şu e-postayı gönderdim:

" Eczaneler ve promosyon hakkında şikayet

Sayın Yetkili,

Ülkemizde ilaçta reklam ve promosyon yasak olduğu halde Ankara ili genelinde pek çok eczanede sildenafil içeren ilaçlar (Viagra, Sildegra, Vigrande vb.) "bir alana bir bedava", "iki alana bir bedava" gibi promosyonlarla satılmaktadır. Ciddi yan etkileri olabilecek bu ilaçların bu şekilde pazarlanması kanunları ihlal etmek yanında halk sağlığı açısından da tehdit oluşturmaktadır.

Bu konuyla ilgili olarak:

1) Müdürlüğünüz ya da Sağlık Bakanlığı bu durumdan haberdar mıdır?
2) Haberdar iseler Müdürlüğünüz ya da Sağlık Bakanlığı bu konuda herhangi bir çalışma yürütmüş müdür? Uyarılan ya da ceza alan eczane olmuş mudur? 
3) Bugüne kadar böyle bir denetleme olmuş değil ise bundan sonrası için böyle bir çalışma planlanacak mıdır?

Bu sorularım cevaplanarak, e-posta aracılığıyla bilgilendirilmemi saygılarımla arz ederim."


Onlar da 1.11.2010 tarihinde şu cevabı yolladılar (hızla cevap vermelerini takdir ettim doğrusu):

" İl Sağlık Müdürlüğü İlaç ve Eczacılık Şubesi

Eczacılık Kanunları ve Yönetmeliği gereğince eczanelerde böyle reklam ve promosyon yapılması yasaktır. Müdürlüğümüzce zaman zaman yapılan tamimlercede yapılmasının yasak olduğu eczanelere duyurulmaktadır. Yapılan denetimlerde saptanırsa önce sözel olarak uyarılmakta ancak tekrarı halinde eczane hakkında yasal işlem uygulanmaktadır. Eczanelerle ilgili normal yıllık denetimlerimiz yapılmakta ve ayrıca gelen şikayetler üzerine tekrar denetime gidilmekte reklam ve promosyona yönelik herhangi bir unsura rastlanırsa gerekli yasal işlem uygulanmaktadır.

Bilgilerinize."


Benim anladığım kadarıyla yetkililer yine görevlerinin başında ama nasıl oluyorsa Ankara'nın göbeğinde promosyon uygulaması devam ediyor. Daha önce vitrinindeki yazının fotografını yayınladığım Büyük Mithatpaşa Eczanesi, bu hafta ikinci bir yazı daha eklemiş, Cialis'te de promosyona başlamışlar. Etken maddesi tadalafil olan bu ilaç, kimileri tarafından 36 saate varan uzun etki süresi nedeniyle  "haftasonu viagrası" olarak da biliniyor. Özellikle performanslarını artırmak amacıyla bu gibi ilaçlara yönelen genç kullanıcılar cumartesi öğle saatlerinde bir tane aldıklarından haftasonunun geri kalanında atılacakları maceralara hazırlanmış olduklarını düşünüyorlar. Sildenafil içeren ilaçlarda promosyonlar çoğu zaman muadiller üzerinden yürürken eczanemiz bu kampanyasında orijinal ilacı promosyona sokmuş durumda, müşteri çekmeye aday bir proje. 
Sanırım bu işin sonu şuraya varacak:
Altta yatan, kendisinin bile haberdar olmadığı bir kalp hastalığı olan otuzlu yaşlarda bir vatandaş haftasonu maceraları için reçetesiz olarak bu promosyonlu ilaçlardan alacak. Sonra kendini alkole de verecek. Sonra da ölüp gidecek ve televizyona-gazeteye haber olacak. 

İşte o zaman bir devlet büyüğümüz çıkıp şimdi yapılması gereken denetlemelerin sıklaştırılacağını açıklayacak ve diyecek ki:

YETKİLİLER GÖREVLERİNİN BAŞINDA



23 Kasım 2010 Salı

Türksün di mi?

Bir dönem, yalnızca Türklerin yaptığı veya yapabileceği tuhaflıklarla karşılaştıkça, şakayla karışık sıkça sorardık şu soruyu: Türksün di mi? Bu sözün ilham kaynaklarından biri de Selçuk Erdem'dir, aşağıdaki karikatürde de görüleceği gibi:


Bana bu tuhaflıkların, sinir bozucu hayat detaylarının bize mahsus olmadığını öğretenlerden biri BBC World Service belgeselleri oldu. Günde bir doların altında gelirle yaşamaya çalışan türlü milletlerden insanların hikayelerini anlattıkları "A Dollar A Day" serisi verebileceğim en iyi örneklerdendir.  O kadarcık parayla iki çocuk okutmaya çalışan, kocası ölmüş ya da aileyi terk etmiş, Meksikalı bir annenin çocuklarının gittiği okul harabe halindedir. Devletin gönderdiği ödenek hiçbir şeye yetmediğinden, öğretmen okulun onarım işleri için ailelerin her çocuk için belli bir parayı bağış (!) olarak vermesini ister, aksi halde çocukların kaydını sileceğini söyler. Kadın, yalnızca bir çocuk için bağışta bulanabilecek kadar parası olduğundan diğerini okuldan alır. Bizde de televizyonlara, gazetelere yüzlercesi meze edilmiş bir sefalet öyküsü klişesi okyanusun diğer yakasında aynen yaşanabiliyor. Sefaletin milleti olmadığını, her yerde aynı şeye benzediğini, insanların ürettiği çözümlerin de tercih değil mecburiyet olmalarından dolayı aynı olduğunu görmüş oldum. 

Bu işin insanlık dramı kısmı. İyi de, bize has sandığımız "yuh" dediren tuhaflıklarımız da bize has mı gerçekten? Geçen haftaki belgesellerden biri yollarda, trafikte ölümleri incelemeyi amaçlayan Road Kill serisinin ilk bölümüydü. Belgeseli hazırlayan Sheena McDonald'ın ilk durağı Nairobi, Kenya. BBC web sitesindeki özete bir bakalım:

Sheena'nın ilk durağı, Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre 13000 kişinin trafik kazalarına bağlı yaralanmalar sonucu öldüğü Nairobi, Kenya.
Resmi rakamlar 3000 gibi daha düşük bir sayıyı gösterse de, otoyolların giderek artan sayısı, polisteki yolsuzluklar ve insanların - yaya geçitlerini kullanmak yerine- kısayolları tercih etme aptallığı büyük bir güçlük teşkil ediyor.

McDonald gördüğü bir manzarayı da şöyle tasvir ediyor:
Motorsikletin üzerinde arkasında küçük bir bebek ve bagaj olan bir kadın var ve kaskı yok.

Belgeselin bir yerinde de 6 şerit gidiş, 6 şerit geliş genişliğinde otoyolu üstgeçitten değil, yoldan aşarak kestirme yapanlar var. İneği üstgeçitten geçiririken kendisi yoldan geçen milletin evlatlarına ne kadar da aşina şeyler bunlar değil mi?



Tam da bayram trafiğinde ölen vatandaşlarımız üzerinden dünyanın sorumluktan kaçmak üzere yaratılmış olduğu en belli yaratığı olan "trafik canavarı" geyiği dirilmişken bu belgesel cuk oturdu. Kendimizi yalnız hissetmeyelim, mesele Türklük değil. Yukarıdaki resimdeki abiye "Türksün di mi?" diye sorup haksızlık etmeyin, Kenyalı da olabilir kendisi.


BBC sayfasından belgeseli dinlemek için tıklayınız. (ingilizce)

8 Kasım 2010 Pazartesi

Sırrı Süreyya ve otçu tayfa

Daha önce de anlatmaya çalıştığım gibi içinde ne olduğunu bile bilmediğim ota güvenmem, kimseye de güvenmesini tavsiye etmem. İstediği kadar üzerinde "bakanlık onaylıdır" yazsın, umurumda değil zira bahsettiği bakanlık tarım bakanlığı, sağlık bakanlığı değil. Domatesimi denetlesin diye kurulmuş bakanlıkla, ilacı denetleyecek bakanlığı ayırt edecek kadar tababet de farmakoloji de tahsil ettim, hamdolsun.

Ben okudum, kendimi kurtardım, bunları yemiyorum ama gazete, dergi, radyo, televizyon üzerinden her gün bombalamaya devam ediyorlar işin aslını bilemeyen vatandaşı. Dolayısıyla Sırrı Süreyya Önder sormak zorunda kalmış okumanızı tavsiye edeceğim yazısının başlığında:

Radyolar eczane mi?



Not: Sırrı Süreyya yazıda biz farmakloglara da bir küçük çakıvermiş "Bir Allah’ın farmakoloğu da çıkıp “Bre dangalaklar, neredeyse tüm ilaçların etken maddeleri bitkisel özlerden elde edilir” demedi." diyerek; teessüf ederim, ben farmakolog değil miyim, burada bunları da anlatmaya uğraştığım zaman olmadı mı?

27 Ekim 2010 Çarşamba

İki alana bir bedava: Don değil, Viagra - Kısım III - Fotoğraflar

İnternet çağının klişelerinden biri de "pics or it didn't happen", fotoğraf yoksa dediğine niye inanalım yani.
Madem eczaneler kanunu çiğniyor dedim, delilleri de sunmam gerek.

İlk görüntümüz Büyük Mithatpaşa Eczanesi'nden (Mithatpaşa Cad. No:26 / 3 - ANKARA):






Aslında oldukça net okunuyor ama yine de biraz daha yakından bakalım, kapıdaki duyuruda ne yazıyor:


Adı geçen ilaçların ikisi de Viagra muadili, sildenafil içeren ilaçlar.


Geçelim ikinci eczanemize, Ziya Gökalp Cad. No:28/18'de yer alan Sütçüoğlu Eczanesi:

  
Fotoğrafta vitrindeki Sütçüoğlu yazısında "ğ" hizasına gelen kağıda yakından bakalım:


Burada yalnız Eczacıbaşı tarafından üretilen Vigrande promosyon dahilinde.

Aynı şeyi yapan pek çok eczane arasından bu ikisini seçmem kişisel bir husumet nedeniyle değildir, evime yakın olmasındandır. Daha önemlisi ikisinin de Sıhhıye'deki Sağlık Bakanlığı binasına 5 dakikalık yürüme mesafesinde olmasındandır. Ankara'nın göbeğinde, burunlarının dibinde ilaçta promosyonu yasaklayan kanunun ihlal edilmesine seyirci kalan Sağlık Bakanlığı'na saygılarımla arz ederim. 


Not: Türk Eczacılar Birliği de bu konuda elinden geleni yapmakla yükümlüdür diye düşünüyorum.


Bu dizinin daha önceki kısımlarını burada ve burada bulabilirsiniz.

20 Ekim 2010 Çarşamba

Sayılarla bilimsel gücümüz

TÜBİTAK tarafından yayınlanmakta olan Turkish Journal of Medical Sciences (TJMS), Türkiye'nin SCI-E kapsamındaki dergilerinden biri.

Bu sabah biraz zaman ayırıp derginin 2007 yılında yayınladığı makaleleri ve aldıkları atıfları inceledim. ISI Web of Knowledge üzerinden yaptığım araştırmaya göre dergi 2007 yılında toplam 73 yazı yayınlamış (araştırma makalesi, derleme, vaka sunumu vb.). Geride kalan 3 yılda bunlara yapılan toplam atıf sayısı 27, makale başına atıf sayısı 0.37 ve bu yıl için derginin h-indeksi 2. 

Atıfları daha yakından inceleyince sonuç daha da vahim bir hal alıyor. Toplam 27 atıftan yedisi tek bir makaleye ait. 2 atıf alan 2 makale, 1 atıf alan 16 makale var; geriye kalan 54 yayın, 3 yılda hiç atıf almamış. Bilimin ilerleme hızı ve bilginin eskime hızı göz önünde bulundurulursa bu yayınların bu saatten sonra atıf almaları da kolay görünmüyor. 

Atıf almayan bu 54 yayın incelendiğinde bazılarının yabancı üniversitelerden kaynaklandığı görülüyor. Türkiye kaynaklı yayınların çoğunda (oldukça pahalı ölçüm teknikleri kullananlar da dahil olmak üzere) araştırmanın kim tarafından finanse edildiği belirtilmemiş.

Devlet üniversiteleri kaynaklı ve üniversitelerin araştırma fonları tarafından finanse edilen, geride kalan 3 yılda hiç atıf almamış 3 yayın tespit ettim:

1) The Frequency of CCR5delta32 Polymorphism in the Central Black Sea Coastal Region in a Healthy Population

SEZGİN ÖZGÜR GÜNEŞ, NURTEN KARA, HASAN BAĞCI

Turk J Med Sci 2007; 37(1): 17-19.


Abstract  Full text:pdf 


2) The Role of Heart-Type Fatty Acid-Binding Protein (H-FABP) in Acute Myocardial Infarction (AMI) Compared to Conventional Cardiac Biochemical Markers

HATİCE PAŞAOĞLU, EBRU OFLUOĞLU, MUSTAFA İLHAN, ATİYE ÇENGEL, MURAT ÖZDEMİR, EMRE DURAKOĞLUGİL, MURAT ERDEN

Turk J Med Sci 2007; 37(2): 61-67.


Abstract  Full text:pdf 


3) Excretion Rate and Composition of Skin Surface Lipids on the Foreheads of Adult Males with Type IV Hyperlipoproteinemia

TAYFUN GÜLDÜR, NİHAYET BAYRAKTAR, ÖZGÜR KAYNAR, GÜLÇİN BEKER, MUZAFFER KOÇER, HAMDİ ÖZCAN

Turk J Med Sci 2007; 37(4): 205-211.


Abstract  Full text:pdf 



Bu bilgilere dayanarak, vergisini veren bir vatandaş ve Türk akademisinin kalitesinin yükselmesini önemseyen bir araştırmacı-araştırmacı adayı olarak şunları sormaya hakkım olduğunu düşünüyorum:

1) TJMS, TÜBİTAK tarafından basıldığına göre basımında ve dağıtımında kamu kaynaklarının kullanıldığı kabul edilebilir. Kamu kaynaklarının, 54/73'ü (%74) hiç atıf almayan (yani sonrasında kimsenin dönüp bakmadığı, baktıysa da kendi araştırmasına ışık tuttuğunu düşünmediği) yayınlardan oluşan bir dergi için harcanması uygun mudur?

2) Kamu kaynakları kullanılarak basılan ve isminde taşıdığı "Turkish" ibaresi nedeniyle Türk tıbbi bilimler dünyasının uluslararası temsilinde rol oynadığı kabul edilmesi gerekecek olan bu derginin kalitesinin artırılması için herhangi bir çalışma yürütülmekte midir? Yürütülüyorsa yapılanlar nelerdir ve sonuç elde edilmiş midir?

3) Hiç atıf almamış bu yayınları yalnızca SCI-E kapsamında bir dergide yayınlamış olmaları sayesinde yardımcı doçentlik, doçentlik, profesörlük başvuru dosyalarına kota doldurma amaçlı olarak koyarak akademik ünvan elde etmiş kişiler var mıdır? Var ise bu ünvanı gerçekten hak ettiklerinden emin olabilir miyiz? Bu kişiler kamu üniversitelerinde çalışıyor ise terfi ile gelen maaş artışları da kamu kaynaklarının bir israfını teşkil etmez mi?

4) Devlet üniversitelerinde araştırma fonları dağıtılırken araştırmanın alandaki bilgi birikimine etkisi göz önünde bulundurulmamakta mıdır ki 3 yıl boyunca hiç atıf almayan 3 araştırma devlet üniversitelerinin araştırma fonları tarafından finanse edilmeye değer bulunabilmiştir?

5) Kamu kaynakları ile yayınlanan bir derginin, yerli kökenli yayınlarda araştırmanın kim tarafından desteklendiğini sorma ve makaleye dahil etme, böylece kamu kaynaklarının kullanımında şeffaflığa hizmet etme sorumluluğu göstermesi gerekmez mi?

6) Bu haliyle dergi insanların yalnızca dosya doldurmak için yaptıkları yayınları gönderdikleri bir yayın görüntüsü sergilemekte değil midir? 




Not: Yayınlanmasının üzerinden yeterince zaman geçmemiş olduğu, dolayısıyla henüz yeterince atıf alamamış olduğu düşünülebileceğinden 2008 ve sonrasında yayınlanan sayılardaki makaleleri bu incelemeye dahil etmedim.

19 Ekim 2010 Salı

İyimser kalktım bu sabah

Üniversitede geçirdiğim zaman süresince karşılaştığım kimi hocalarım bende işini eksiksiz yapmaya gayret eden, bir iş ahlakı edinmek üzere örnek alınabilecek insanlar izlenimi uyandırmıştır. Yalnızca onların hatrına, akademisyenlerimizin kusurlarında bahsederken "böyle olmayanlara haksızlık etmek istemem" deme ihtiyacı duyarım çoğu zaman. Elbette bu düşünceyi kaçınılmaz olarak bir soru takip ediyor:

De ki biz öğrenciyiz, asistanız, zaten kast sistemindeki yerimiz dokunulmazlar olarak çoktan kararlaştırılmış, elimizden gelen bir şey yok. Peki, mesleğine gerçekten saygı duyan, akademiye ve akademik ilkelere önem veren bu insanlar  neden içlerindeki-etraflarındaki bu pisliği temizlemek için harekete geçmezler?

Gözümü öfke bürüyen anlarda bu soruyu sormaktan vazgeçer, "onlarla mücadele etmeyenin, onlardan farkı kalmaz" diyerek iyisiyle, kötüsüyle tüm hocalarımı birden siliverirdim. Yaklaşık bir yıldır "dışarıda" olmanın verdiği sakinleşmeyle şimdi bir ümit varsa bu iyi niyetlilerde olabilir diye düşünebilmek istiyorum.

Slavoj Zizek'in şöyle bir paragrafı var:
...Gandhi ve Martin Luther King tarafından ilham verilen büyük özgürleştirici hareketler. Bu hareketler özel bir insan grubuna karşı değil katılaşmış, kurumsallaşmış uygulamalara (ırkçı, kolonyalist) karşı yönelmiştir. Olumlu, herkesi kapsayan; düşmanı (beyazlar, İngiliz koloniciler) dışarıdan bırakmaktan uzak, onun ahlak duygusuna  müracaat eden ve eden ondan kendi ahlaki dürüstlüğünü yeniden inşa edecek bir bir şeyler yapmasını isteyen bir duruş sergilemişlerdir.  (The Universal Exception, s.148)

Kendime sorduğum soru şu:

Akademinin içinde hala ahlaki bütünlüğünü ve akademik değerler bağlılığını koruyan insanları harekete geçirmek mümkün müdür?

Cevaplarım biraz iç karartıcı.

1) Öğrenciler ve asistanlara dertlerini anlatmak, kendilerine sunulan eğitimin yetersizliklerini dile getirmek, "mobbing"e varan uygulamalar karşısında resmi şikayette bulunmak üzere yeterince olanak vermeyen; kazara bu yola girerlerse onları daha büyük güce sahip üstlerinden korumanın mekanizmalarını oluşturmayan sistem acaba bunu  iyi niyetli akademisyenlere sağlıyor mu? De ki niyet ettiler içlerindeki çürükleri ayıklamaya, bunun mekanizmaları mevcut mu?

2) Buna kalkışacakların şu anki hali nedir?

Bence 1920'lerde Amerika'nın güneyinde yaşayan bazı beyazların halinden farksızdır. Ku Klux Klan'ın yarattığı vahşete şahit olan, vicdanı buna başkaldıran, bunlara dahil olmamak için elinden gelen her şeyi yapan bir beyazın Klan karşısındaki gücü ne olabilirdi? Resmi otoritenin (kimi zaman kendisi de Klan mensubu olduğundan) adeta göz yumduğu, göz yummadığı yerde yok etmeye gücünün yetmediği bir örgütlenmeyi kime şikayet edersiniz? Onların istediklerini yapmalarına göz yumduğunuz sürece size dokunmayanlar, açıktan karşı çıktığınızda size ne yaparlar? Orada barınabilir misiniz, yoksa göç vakti mi gelir? (Türk akademisinin sefaletinden kaçısı yurtdışında bilim yapmakta arayanların durumu buna benzemiyor mu? Beyin göçünün önemli sebeplerinden biri bu değil mi?)

3) Sessizliğin bir ikincil kazanç etkisi yok mu? Aslında var olan duruma karşıymış gibi görünenler, bu durumun yarattığı kimi fırsatlardan kendileri de faydalanmıyor mu? Yeterince sayıda kişiye fayda sağlamayan bir sistem elimine olmaya mahkumdur. Dolayısıyla şu anki işleyişin oldukça fazla sayıda kişinin işine geldiğini varsayabiliriz. Bunun dışında kalan kişiler de bunun nimetlerine arasıra el uzatabilirler. Danışmanı olduğu asistanla hiç ilgilenmeyenlerin başına hiçbir şey gelmediğini gören iyi niyetli akademisyenimiz, aslında yakından ilgilendiği asistanına karşı görevlerini bir süre savsaklasa başına birşey gelmeyeceğini bilir. Kendisine hesap soranlara da beterin beteri var hesabı, "gidin onlara hesap sorun önce" diyebilir. Sistemin içindeki çürüklerin, çürük olmayanlar ve çürük olmadığına inanmak isteyenler için fonksiyonel değerini asla göz ardı etmemek gerek. Karşılaştırmanın kim daha az kötüden, kim daha iyiye kayması herkese zahmet çıkarır, değil mi?

Bu resme bakınca prensipli akademisyenlerden de fazla bir şey bekleyemeyeceğimizi düşünmeden edemiyorum.  Her yede demokrasi çığlıkları atılan bir dönemde akademimiz hala katılımcı, şeffaf ve hesap verir bir yapıya kavuşamadığından bu şekilde alttan gelecek bir hareketin şansı daha baştan çok düşük. Tıpkı siyasi arenamızda olduğu gibi burada da beklenen bir "iyi niyetli diktatör" galiba. O bir gün gelecek, iyi niyetli yumruğunu akademinin kötülerinin tepesine indirecek ve sonra her şey güzel olacak zannediliyor galiba.

Daha çok bekleriz....


Not: Başlık iyimserlikten bahsetse de, akademinin resmine bakarken insan ancak bu kadar iyimser olabiliyor. İdare ediverin...

17 Ekim 2010 Pazar

Demokratik üniversite (gibicesine)

Üniversitelerimizin uygulamaya pek özen göstermeseler de taşımaktan pek memnun oldukları bir sıfat "demokratik" olmaktır. Benim bildiğim demokratik sistemlerde seçimler kapalı oy, açık sayım usulüne göre yapılır. Demokratik cumhuriyete ve ilkelerine bağlılıklarını gazete ilanlarıyla duyuran öğretim görevlileri olduğuna birinci elden şahit olduğum Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çoçuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı geçenlerde başasistannlık seçimi yaptı; açık oy, kapalı sayım sistemiyle. Takdiri size bırakıyorum.

Anabilim dalından bir arkadaşın meseleye dair izlenimlerini burada bulabilirsiniz.


13 Ekim 2010 Çarşamba

Ben sana IQ'un yüksek olamaz demedim, EQ'un düşük dedim

Madem üniversite hayatımızda eleştiriye açıklığın yeri ve önemi meselesine girdik (burada)  iki örnekle devam edelim.Böylece kendileri konuşunca başları belaya giren gençlerin duygularına da tercüman olmuş, bir yerde bir kamu hizmeti gerçekleştirmiş oluruz. Ben akademiden atıldım atılacağım kadar, başıma daha fazlası gelmez nasıl olsa.

İki ayrı tıp fakültesinde, birbirinden çok farklı iki alanda (fizyoloji ve temel onkoloji) doktora yapmaya çalışan iki arkadaşım son aylarda benzer olaylar yaşadılar.

İlki bölümdeki danışman hocasıyla bölümde yaptığı ve yapmayı planladığı şeyler, tezine dair planları, ileride yurtdışına gitme ihtimali gibi konuların tartışıldığı, bölümün kendisine sağladıkları (daha doğrusu sağlamadıkları) üzerine bazı şikayetlerini de dile getirdiği bir konuşmada şu sözlere maruz kaldı:

"Bana karşı tavrını beğenmiyorum, EQ poblemlerin var."

Diğeri doktorasını tamamlamak üzere, bölümde kendisine ve hemen hemen eşzamanlı olarak derecesini alcak bir başka iş arkadaşına kadro sağlanıp sağlanmayacağına dair bir tartışma süredir devam ediyor. Bu esnada anabilim dalı başkanının bölümün diğer hocalarına haber vermeksizin, yalnızca asistanlardan biri için kadro isteyen bir yazı yazıp, bunun yanına da aylar önce verilmiş bir akademik kurul kararını katarak sanki tüm bölümün ortak kararıymış gibi göstermeye çalıştığını, bu haliyle yetkililere göndermeye kalkıştığını fark ediyor arkadaşım. Biraz sorup soruşturunca bölümdeki diğer hocaların bundan bihaber oldukları, onlara da danışılmasının ardından akademik kurul kararı alınarak yürütülmesi gereken işlemin anabilim dalı başkanı tarafından oldu bittiye getirilmeye çalışıldığı iyice anlaşılıyor. Bunun üzerine genç kardeşimiz hakkını aramaya çalışınca o da aynı şeyi duyuyor:

"Saygısızsın, EQ ile ilgili problemlerin var."



Sanırım ilkinde ima edilen "yeterliliğine girecek, tez savunmanda oy verecek (kaderin üzerinde söz sahibi olan) insanla nasıl konuşacağını bilecek kadar sosyal yeteneğin yok mu senin", ikinciside ise "insan hocasını belge sahtekarlığı yapmakla itham etmez, böyle bir şeyi görse de susar, ses etmez, bunu akıl edemeyecek kadar sosyal zeka özürlü müsün sen". 

Anlaşılan o ki üstlere koşulsuz itaatin bir norm kabul edildiği, herhangi bir beklentinizi dile getirmeyip size verilenler için sonsuz müteşekkir olmanız gereken akademimizde "itaatsizsin" ithamı fazla kaba ve meselenin çirkin tarafını gereğinden açık şekilde yansıtır bulunmuş; onun yerine "EQ problemlerin var" denmesi daha uygar, üniversitenin entellektüel düzeyine uygun kabul edilmiş. Hocalarımızdan daha iyi bilecek değiliz ya?


Not: Sözkonusu gençlerden ilki kasımda doktorasını yapmaya Amerika'ya gidiyor, diğeri de doktora sonrası çalışmaları için Ivy Leauge üniversitelerinden birinde doktora sonrası çalışmalar için kendine bir lab buldu bile, tezle ilgili resmi işleri bitirince o da gidecek. EQ'ları memleketin akademik sistemine adapte olmaya yetmeyen (!) bu genç arkadaşlar, maruz kaldıkları bu eşsiz muamelenin hatırasını sonsuza dek taşıyacak ve muhtemelen memlekete geri dönmeyecekler. Ondan sonra da "beyin göçü" diye ağlaşılıyor. İyi de kardeşim, IQ değil EQ arıyorsunuz; size ne beyinden, size ne göçünden?

12 Ekim 2010 Salı

Sen, ben, bizim oğlan

Wikileaks'in Amerika'nın Afganistan operasyonlarıyla ilgili belgeleri açıklamasından sonra hükümet hemen belgelerin kaldırılmasını istemiş, daha fazla belge yayınlanmamasını talep etmişti; sitenin başındaki adam Julian Assange'ın da kısa zaman sonra tecavüzle suçlanmasını rastlantı kabul etmek kolay değil. İran'daki muhalefet sesini internet üzerinden duyurmaya çalışırken internetin özgürleştiriciliğini kutsayanlar, sansüre karşı çıkanlar, iğnenin ucu kendilerine değince bu prensiplere özde ne kadar bağlı olduklarını hemen ortaya koyuvermiş oldular. Dahası, herkes bilse de kimsenin söylemek istemeyeceği -bu riski almayacağı- uygunsuz bir hakikati dile getirenlerin başına iyi şeyler gelmeyeceğini, otoritenin kabadayılığıyla süratle karşı karşıya geleceklerini de bir kez daha görmüş olduk. 

Taraflardan birinin diğeri üzerinde mutlağa yakın güç sahibi olduğu, diğerinin ise elinde neredeyse hiçbir şey olmayan güç asimetrisi durumlarında güçsüz bırakılmış tarafın belki de tek silahı ifşaat. Bana bunu öğreten asistanlık yıllarımda yürüttüğüm asistan temsilciliği görevi olmuştu. Pek çok farklı bölümde ortaya çıkan problemleri gözleme, bunları dile getirdiğimde nelerle karşılacağımı birinci elden görme fırsatı benim için akademinin yalnızca daha zeki ve dolayısıyla egoları daha yüksek kimselerin çalıştığı bir diğer devlet dairesinden başka bir şey olmadığını görme macerası olmuş ve ne yalan söyleyeyim, fena halde midemi bulandırmıştı. 

Tıp fakülteleri Türk akademik hayatının çarpık yapılaşmasının adeta kristalleştiği kurumlardır. Mesleğin öğretiliş tarzı hala ciddi bir teorik temele oturtulmayıp, usta-çırak ilişkisi içinde yürütülmeye devam edildiğinden çok sağlam hiyerarşik yapılar kurulur. Canı istemezse size hiçbir şey öğretmeyecek ve kendisinden hiçbir şekilde bunu hesabı sorulmaycak bir "hoca"yla karşı karşıya kalırsınız. Günün birinde - yine objektif kriterlere bağlanmamış, dolayısıyla kişisel hesap görmelere açık, yazılı değil sözlü- uzmanlık sınavınıza girecek olan, uzmanlık tezinizi değerlendirecek olan, akademik bir rota tutturmak isterseniz günün birinde doçentlik sınavınıza girme ihtimali olan, bölümde kadro alıp alamayacığınız konusunda söz hakkı olan da yine aynı hocadır. Sizin üzerinizde bunca gücü olan hocaya karşı sizin hiçbir gücünüz yoktur; bahsettiğim güç asimetrisi budur. 

Asistanların hocalara karşı en büyük güçleri emekleridir aslında. Hocaların pek kıymetli -iktisaden- hastalarımnın her türlü kaprisini çeken de, her işini yapan da asistanlardır ama grev yapma hakları olmadığından bu güç onlar için bir pazarlık kozuna dönüşemez, oyuna bir parça denge gelmesinde hiçbir rolü yoktur. Böyle olunca asistan milletinin elinde ifşaat dışında yol kalmaz. 

İfşaat yolunu ise tercih edecek asistan bulamazsınız çünkü herkesin bildiği sırları faş etmek "cüret"ini gösterecek asistanın başına neler geleceğini herkes bilir. Her şeye rağmen buna kalkışacak bir delibaş bulursanız, en kısa zamanda camiadan dışlanacağını görürsünüz. Burada sallanan en büyük sopa "kadro"dur. Akademimizde başka yerlerde yetişmiş adamları kadroya katıp bilgi-birikim-teknoloji transfer etme alışkanlığı yoktur ve herkes kendi bölümünden yetişmiş adamlara kadro verir. Liyakata dayalı olmayan bu adam seçme sisteminde birkaç aday içinde en şanslı olan, en baştan beri en çok susma becerisini göstermiş olan olabilir. Konuşmayı tercih edenin ise hiç şansı olmaz.

Böylece kendini besleyen bir pislik çukuru oluşmuş olur. Yaptıklarının yanlış olduğunu bal gibi bilseler de bu açıkça söylenince, söylenene değil söyleyene dikkat kesilen; söyleyeni doğduğuna pişman etmeye uğraşan adamlar bundan rahatsızlık duymayan ve oyunu onlarla birlikte oynamaya en baştan gönüllü adamları sisteme dahil ederek değişim ümidini en baştan hadım ediverirler. Sen, ben, bizim oğlan; güzelce geçinir giderler. 

El altından yürütülen pislikleri açığa çıkarmaya uğraşan içeriden muhbirlerin (whistleblowers) nasıl korunacağı dünya çapında tartışılan bir meseledir. Özellikle büyük tazminatlarla sonuçlanan tütün ya da ilaç şirketleriyle ilgili davalarda ya da hükümetlerin pis işleri söz konusu olduğunda böyle bir adam genellikle mevcuttur ve genellikle başı belaya girer. Türk akademisi bugün içinde debelendiği vasatlık çukurundan çıkmak istiyorsa kurumların ya da kişilerin yanlışlarını ortaya koyma ihtimali olan böyle kişileri korumanın bir yolunu bulmak, eleştiriye açıklığı kurumsal kültürün bir parçası haline getirmek zorundadır. Vakıf üniversiteleri neyse ama bütçesi bizim cebimizden çıkan vergilerle sağlanan devlet üniversitelerinden "hocasının asistanı al gülüm ver gülümcülüğü"nden vazgeçmelerini, eleştiriye açık olmalarını ve kendilerine çekidüzen vermelerini beklemeye hakkımız var.


Not: Bu yazıya "akademide yer alan herkesi hakikat karşısında susan hoca yalakaları gibi gösteriyorsun" diye itiraz edeceklere cevabım, öyle bir amacım olmadığıdır. Bunun aksi insanlar olmasa zaten bügün elimizde olandan da beter bir akademiyle karşı karşıya olurduk ama maalesef halihazırda hocasıyla, asistanıyla bahsettiğim tipolojinin türk üniversite hayatında oldukça önemli bir yer kapladığı da bir gerçektir, benim dikkat çekmek istediğim nokta da budur.


7 Ekim 2010 Perşembe

Esinlenmeler

Ankara Devlet Opera ve Balesi bu sene programına Tosca'yı almış, havalı da bir afiş yapmışlar:



Afişi görür görmez aklıma Dan Brown - Melekler ve Şeytanlar'ın İspanyolca baskısının kapağı geldi, o da şöyle bir şey:





Anladık, heykel meşhur da, seçilen renk tonlarındaki benzerlik biraz fazla değil mi? Esinlenme olmuş galiba biraz...

Neyse, siz yine de bugün sona ermeden bir fırsatını bulup  "E lucevan le stelle"yi dinlemeyi ihmal etmeyin, gününüz güzelleşsin.

4 Ekim 2010 Pazartesi

2010 Tıp Nobeli - Kısım II

Sanırım bugün Nobel'de yapılan politik manevraya dair yazdıklarım başkalarının da aklına gelmiş. Science dergisinin blogu ScienceInsider'da Robert G. Edwards'ın Nobel'e giden yolunu güzelce özetleyen bir yazı yayınlandı bugün (burada). Yazının sondan bir önceki paragrafı ilgimi çeken  bölüm oldu.


"Edwards's work also made it possible for researchers to ultimately derive human embryonic stem cells, Pedersen says: "That was part of his original vision." However, Karolinska Institute cell biologist and Nobel Assembly member Christer Höög—who also wrote a paper describing why Edwards deserved a Nobel—said in an official interview after the announcement that the prize was not intended to make a statement about stem cell research. "This award is only for the core technology" of IVF, he said."


Akademi'nin bir üyesinin "bu işi kök hücrelerle karıştırmayın" mealinde bir açıklama yapma zorunluluğu hissetmesi beni yanılmadığıma biraz daha emin olmaya götürdü. Neyse, anlamış olduk ki politik bir sıkıntı var ve ortam şimdilik müsait değil, birkaç seneye kadar (sular biraz durulduktan sonra) başta Shinya Yamanaka olmak üzere kök hücrecilere de Nobel gelecek.



2010 Tıp Nobeli: Ne şiş yandı, ne kebap

İsveç Bilimler Akademisi, Fizyoloji ya da Tıp dalında 2010 Nobel Ödülü'nü İngiliz bilimadamı Robert Geoffrey Edwards'a verdi ve çok ustaca bir politik hamleye daha imza atmış oldu. Edwards, in vitro fertilizasyon (ya da daha yaygın adıyla suni döllenme, tüp bebek) araştırmalarının öncülerinden. Bu işin temellerini laboratuvarda atmış, daha sonra kliniğe taşınmasına ön ayak olmuş bir isim. Tekniğin artık yerleşik bir metot haline geldiği, ilk tüp bebeğin doğduğu 1978'den bu  yana 4 milyondan fazla kişinin bu metotla dünyaya geldiği düşünülürse ödülün zamanlaması bana dikkat çekici geliyor. Edwards'a ve suni döllenmeye bu ödülün verilmesi belki de çok geç kalmış bir şey. Suni döllenmeyle ilk bebeğin dünyaya geldiği 1978'de henüz mümkün olduğu bile bilinmeyen RNA-interference'a iki sene önce ödül veren komite bu seneye kadar bekleyip Edwards'a ödülü bu sene verince işimn içinde küçük bir detay daha olduğunu düşünmeden edemiyorum.

Bilimle politikanın keşistiği yerde gerilimin ve tartışmanın olmaması imkansız gibi. Son yıllarda en önemli kavga alanlarından biri kök hücreler oldu. Kök hücrelerin 3 ana tipi elde ediliş yöntemlerine göre ayırt ediliyor: Erişkinlerden elde edilenler, indüklenmiş kök hücreler (farklılaşmış hücrelerde farklılaşma progaramının geriye doğru işletilemesini sağlayan uygulamalarla kök hücre elde etme)  ve insan embriyolarından elde edilen embriyonik kök hücreler. Kavganın büyüğü embriyonik kök hücrelerden çıktı. 

Tüp bebek kliniklerinde çok sayıda embriyo oluşturulur ve bunların birkaç tanesi anneye geri yüklenir. Geri kalanlar dondurulur ya da imha edilir. Embriyonik kök hücreler işte bu yüklenmeyen embriyolardan elde ediliyor. Bu tarz çalışmalara halihazırda en çok para ayıran ülke olan ABD uzun yıllar insan embriyolarının yok edilmesi meselesini kürtaj üzerinden tartışmıştı. Kürtajın yasaklanmasını ve federal bütçeden fon ayırılan sağlık sigortası sistemlerinin kürtaj ücretlerini ödememesini savunan dindar-muhafazakar kesim embriyonik kök hücre çalışmalarına da hızla tepki gösterdi. Bunun sonucu olarak oğul Bush'un başkanlığı döneminde yalnızca o güne kadar onaylanmış olan hücre serileri üzerinde çalışma yapılmasını hükme bağlayan bir karar çıkartıldı. Bilimsel araştırmanın halen en önemli fon sağlayıcılarında biri olan Ulusal Sağlık Enstitiüsü'nün (NIH) fonlarının "insan embriyolarının yok edildiği" herhangi bir araştırma için kullanılamayacağını söyleyen Dickey-Wicker ek maddesi de  bütçeye eklenmeye başlandı ve o zamandan beri tüm bütçe kanunlarında yer almaya devam ediyor (aslında madde tüm federal fonları kapsıyor, NIH dışında kurumları da bağlıyor).

Muhafazakarlar iktidarı kaybedip Obama başa geçince rüzgar yön değiştirdi. Obama yönetimi yeni hücre serilerinin üretimi ve lisanslanmasına yeşil ışık yakınca NIH'ye bu konuda bolca başvuru yapıldı. Aynı zamanda federal bütçeden, embriyonik kök hücre araştırmaları için NIH eliyle bol miktarda para dağıtılması planlandı. Pek çok laboratuvar birkaç yıla yayılacak kapsamlı araştırmalar için başvuruda bulundu, bunların bir kısmı kabul edildi ve şu ana kadar milyonlarca dolar dağıtıldı, bir çok başvuru ise onay öncesi gözden geçirme döneminde.

Muhafazakarların bunlara kayıtsız kalması beklenmezdi ve onlar da kendilerinden bekleneni yapmakta gecikmediler. Yok edilen embriyolar adına açtıkları dava ortada davacı olmadığı için reddedildi ama bu davaya katılan iki araştırmacının durumu bütün davayı değiştirdi. Erişkin kök hücreleriyle çalışan bu araştırmacılar kanuna aykırı olarak embriyonik hücrelere para aktarılınca kendi araştırmalarına aktarılacak paranın azalacığını ve haksız rekabete bağlı olarak kişisel kayıplarının olduğunu söyleyince dava başvuruları kabul edildi. İki ay kadar önce hakim kararını verdi. O güne kadar kök hücre araştırmaları embriyoların yok edilmesinden ayrı kabul ediliyordu çünkü bir laboratuvarda bu işlem yapılıp standart hücre serileri oluşturuluyor, başka laboratuvarlardaki araştırmacılar bu serileri kullanarak , kendileri embriyo yok etmeksizin deney yapıyor ve dolayısıyla Dickey-Wicker'ı çiğnememiş kabul ediliyordu. Oysa yeni davada hakim bunların birbirinden ayrı ele alınamayacağına hükmederek bu tarz araştırmalara federal bütçeden para aktarılmasına derhal son verilmesine hükmetti. NIH kampüsündeki araştırmalar ise derhal durduruldu. Sonrasında yapılan itiraz sonucu  mahkeme nihai kararını verene kadar fonların dağıtılmasına devam edilmesine karar verildi, şimdilik paralar laboratuvarlara verilmeye devam ediyor. Son iki ay bu konuda şiddetli tartışmalarla geçti, nihai sonuç hala belli değil.

Nobel kurulu işte tam da böyle bir gündemin olduğu bir dönemde karar verdi ve bunu belli şeyleri yapmaya mecbur kalan ama buna itiraz edeceğini bildiği tabanına da küçük ödünler vermekten geri kalmayan siyasetçi zekasıyla yaptı.. Bu ödülü alanların sonradan genellikle Nobel'i de aldığı bilinen Lasker ödülü de bu sene indüklenmiş kök hücreler alanındaki en önemli araştırmacı olan Shinya Yamanaka'ya verilince pek çok kişi bir kök hücre nobeli beklemeye başladı (bu sene Nobel'i alan Edwards, Lasker'i 2001 yılında almıştı). Akademi ise böylesine sıkıntılı bir dönemde kök hücrecilere ödül vererek, embriyonik kök hücrecilere açıktan destek vermiş olmak riskini göze almadı ama bu araştırmaların yolunu açan suni döllenme tekniklerine ödül verdi, bir anlamda birkaç yıla kadar kök hücreye de ödül geleceği mesajını da vermiş, tabanı rahatlatmış oldu. 

Geçen sene aynı anda iki ülkede savaşan bir ülkenin başkanına Nobel Barış Ödülü verilmişti, Boris Pasternak'ın Nobel Edebiyat Ödülü de bana kalırsa buram buram politika kokar. Politikanın yalnızca barış ve edebiyat ödüllerinde değil, bilim ödüllerinde de rolü olduğu bir kez daha görmüş olduk.

Robert Geoffrey Edwards'a pek çok ailenin mutluluğuna olan katkılarından dolayı teşekkür ederek ve kendisini tebrik ederek bitirmeli yazıyı. Ne olursa olsun, günün adamı o.

3 Ekim 2010 Pazar

Neyin yılı?

Porcupine Tree'nin "Time Flies" isimli şarkısı şöyle başlar:


I was born in '67
The year of Sgt. Pepper
And Are You Experienced

Talihli bir yılda doğmuş arkadaş. Beatles hala var ve efsane "Sgt. Pepper's Lonely Hearts Club Band"ini yayınlıyor. Okyanusun öbür yanında elektro gitarın tarihini değiştiren abimiz Jimi Hendrix "Are You Experienced"ı yayınlamış. Biraz daha genişletmek istersek Janis Joplin'in "Big Brother and the Holding Company"sini de biz ekleyebiliriz.

Şarkıyı her dinleyişimde sormadan edemiyorum, ben neyle tanımlayabilirim doğum yılımı diye. Pink Floyd'un Wall'u bir yıl önce, 1979'da. Benim kuşağın ergenliğinde rolü büyük olan Bülent Ortaçgil'in "Benimle Oynar Mısın"ı çıkalı 6 yıl olmuş. Daha beteri tam da benim doğumgünüm olan 25 Eylül 1980'de John Bonham ölmüş, Led Zeppelin tarih olmuş. Yerlilerdense aklıma gelen referans yok. Ne yapayım yani, kendi şarkımı

1980'de doğdum
12 Eylül'ün yılı
ve Kenan Evren'in

diye mi söyleyeyim?

Bir kuşağın kolektif hafızasında müziğin rolünü küçümseyemeyiz sanırım. Böyle bakınca benim kuşağım biraz talihsiz başlamış hayata.

1 Ekim 2010 Cuma

Başkan yine konuştu

YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan Atatürk Üniversitesi'nin 2009-2010 akademik yılı açılış töreninde "Aşı konusu tartışılıyor ama üniversitelerimizden ses çıkmıyor. Üniversitelerimiz ne aşı üretimine, ne ilaç üretimine, ne de tıbbi cihaz üretimini yardımcı olmuyorlar." demişti, ben de bunun üzerine başkanın yanıldığına dair bir yazı yazmıştım.

NTV'nin haberine göre yeni bir açıklamasında Özcan, aşıyla ilgili fikirlerini tekrarlamakla yetinmeyip şunları da söylemiş:

"Ülkemizde yetiştirilen domates ve buğdayın tohumlarının büyük bir kısmı, yerli tohumumuz olmadığı için Amerika ve İsrail'den geliyor. Bir Türk aydını olarak bazen gerçekten kendimi çok küçük hissediyorum. Yani biz ihtiyacımız olan domates tohumunu bu ülkede üretemez miyiz? Evvelden atalarımız bu tohumları kendileri üretip, yıllarca bu üretimin devamını sağlamışlar. Biz niye yapmıyoruz? Tohumculukla ilgili bir araştırma enstitümüz olsa, buna birkaç üniversitemiz öncülük etse fena mı olur? Sonunun ne olacağı da belli değil. Bu domates tohumunu alıyorsunuz, artık genetik programlama diye bir şey var, içine bir genetik mekanizma yerleştirirler. Hiç bilmediğimiz hastalıklara kapılabiliriz. Böyle şeylerle, zamanla bir milleti yok edebilirsiniz. Öyle bir şeyler yerleştirirler ki 20 yıl içerisinde o tohumdan yiyen insanlar ölür. Öyle tehlikeler de var. Sadece 'aman paramız dışarı gidiyor' endişesiyle söylemiyorum. Üniversitelerimizin bu konularda bize yardım etmesini istiyoruz.''

Kendi tohumumuzu yetiştirmeye, hatta bunu pazarlayıp teknoloji pazarlayan gelişmiş ülke konumuna küçük çaplı bir sıçrama yapmaya hiç itirazım  olmaz ama geride kalan 30-40 yılda ziraat fakültelerini ve ziraat mühendisliğini bugün içinde olduğu duruma düşüren bir ülkede o işin olurluğu da aklıma pek yatmaz. Asıl olarak açıklamanın "Sonunun ne olacağı da belli değil. Bu domates tohumunu alıyorsunuz, artık genetik programlama diye bir şey var, içine bir genetik mekanizma yerleştirirler. Hiç bilmediğimiz hastalıklara kapılabiliriz. Böyle şeylerle, zamanla bir milleti yok edebilirsiniz. Öyle bir şeyler yerleştirirler ki 20 yıl içerisinde o tohumdan yiyen insanlar ölür. Öyle tehlikeler de var." kısmına sonuna kadar itirazım var.

Görünen o ki Başkan genetik tedaviler alanının en büyük problemlerinden birinin çözülmüş olduğunu zannediyor.

Kimi hastalıkların yalnızca bir genin bozukluğundan kaynalandığını uzun zamandır biliyoruz. Eğer hasta kişiye, söz konusu genin sağlam versiyonunu vermenin bir yolu bulunabilirse bu tarz hastalıkların iyileştirilmesi sağlanabilecek.Hücre kültürlerinde hücrelere tek tek genleri ya da bir kaç geni bir arada vermenin yolları var. Kendi DNA'sının bir kısmını içine girdiği hücrenin DNA'sına ekleyebilen virüsler var. Hücre kültüründe yapılan bu tarz çalışmalarda da en sık kullanılan yollardan biri bu virüsler. Sıkıntı geni tam olarak nereye yerleştireceklerinin bilinememesi. Dolayısıyla yanlış yere yapılan bir ekleme hücrenin işleyişinde kansere kadar gidebilecek istenmeyen değişikliklere neden olabileceğinden insanlar üzerinde kullanılamayan bir teknoloji bu (henüz geliştirme aşamasında çok kısıtlı uygulamalar mevcut).

Başkanın iddia ettiği şekilde bu işi yapmaksa bambaşka maharet. O gen önce yediğimiz domatese yüklenecek, sonra domates hücresinden (ki kendisi biz onu yediğimizde ölüdür) bizim hücrelerimize onu aktaracak olan aracı (herhalde bir virüs olacak bu yine) hücreyi ne zaman terk etmesi gerektiğini fark edip dışarı çıkacak, mide-barsak duvarını geçip kana karışacak (bu arada mide asidi ve enzimler tarafından yok edilmeyecek), hedef aldığı hücreye ulaşacak ve içine girip hedeflenen melun etkisini gösterecek. Benim bildiğim kadarıyla böyle bir mekanizma yok.

Bilgiden çok komplo teorisine inanan bir millet olduğumuzdan "o teknoloji aslında var, gizliyorlar" diyenler çıkacaktır. Böyle bir teknolojinin kullanılmasıyla geliştirilecek tedavilerin getireceği yıllık kazanç on milyarlarca dolar düzeyinde olur, şu anda piyasanın en iyi kazanan ilaçlarını bile sollama şansı bulur. Hiçbir devlet ya da şirket böylesine büyük bir gelir kaynağını kullanmazlık etmez. Böyle bir teknoloji var olsaydı, inanın haberimiz olurdu.

Dolayısıyla Başkan yanılıyor. Söylediği şey imkansız. Bu iki oldu, Sayın Özcan aynı hatayı yapıyor: Kendi uzmanlık alanı olmayan bir alanda, sansasyonel ama gerçek dünyanın hakikatleriyle ilgisi olmayan, kendisini cahil gösteren, oturduğu koltuk nedeniyle başında bulunduğu kurumun prestijini de zedeleyen açıklamalara imza atıyor. Ya buna bir son vermeli ya da kendine biyolojik bilimler alanına hakim danışmanlar bulup, onlar tarafından bilgilendirdikten sonra açıklama yapmalı.

30 Eylül 2010 Perşembe

Onun da günü gelir

Günümüzün cinsiyetçi imalardan arındırılımış, siyaseten doğru yazı diline uymasa da, "yakışıyor mu senin gibi üniversite mezunu adamın ağzına bu laflar" diyenleri duyar gibi olsam da Trabzon'daki büyüklerimden öğrendiğim, oraların zeka doluluğunu yansıtan bir sözü paylaşmak isterim:

Gizli sikilen aşikara doğurur.

Kabul, kaba kaçtı biraz ama lafta hakikat var, süreci de özetliyor. Ne kadar gizli yaparsanız yapın bir işi, ana rahmindeki bebek gibi yavaş yavaş büyümeye başlayan bir hakikat tohumu o gün, orada gizli gizli büyümeye başlar. İlk zamanlar yalnızca meselemizin faillerinin varlığından haberdar olduğu bu şey zamanla emareler vermeye başlar, failler de onları gizlemeye çabasına girişir ilk şüpheleri bertaraf etmek adına, o bol elbiseleri giymeye başlayan kızlar misali. Sonra günün birinde hakikat yüzünü henüz göstermese de işaretler artık gizlenemez hale gelir, tüm yapılabilecek olan ne olduğu açıkça belli o kocaman karna bakıp "bu kız da çok kilo aldı" diye kafayı kuma gömmeye uğraşmak olur. Sonunda büyük gün gelir çatar, büyük bir sancıyla hakikat herkesin görebileceği yere doğuverir.

Nazilerin yahudi katliamında da böyle oldu, Gulag'da da. Bugün Gladyo diye adını açık açık herkesin dillendirdiği mekanizmanın malum icraatlarında da böyle oldu, Şili'de ve Arjantin'de büyük biraderin hatrına yapılan darbelerde de. Biz de oluyor yavaş yavaş, darbe zamanlarının aşikar sırları günü geldi, dökülüyor ortalığa "mazimizle hesaplaşmak" adı altında.

Gebelik alegorsinin de çok güzel şekilde ima ettiği gibi bunun bir zamanı var. Yeterince olgunlaşmadan yüzünü göstermiyor bu hakikatler, rahimdeki sürenin doldurulması gerekiyor.

KPSS skandalı, Hanefi Avcı olayı derken malum cemaatin yapıp ettiği iddia edilenlerin emareleri yavaş yavaş belirmeye başladı. Böyle şeyleri yakıştıramayan iyi niyetlilerle gizleme niyetli suç ortaklarından oluşan, kiminin kafası karışık diğerlerininki planlarla pırıl pırl berraklıkta heterojen bir kitle şimdiden başladı "çok kilo aldı" sayıklamalarına. Gün gelir hakikatin tümü açığa çıkar. İhalelerle, kadrolaşmalarla, uluslararası bağlantılarla, memleketin fukaralığından adam devşirmelerle süslenmiş hakikatimiz doğar.

Ne zaman mı? Ya artık dışarı çıkmasının zamanının geldiğine inan birileri sezaryen misali koca bir operasyonla onu dışarı çıkardığında ya da doğası gereği artık içeride kalamayacak kadar büyüdüğünde. Merakla bekliyorum ama yüzünü görmeme imkan olmayacak o güne kadar, bunu da biliyorum. Bunu kabullenmiş olarak kendi ajandamla (bilimle, sanatla vb.) uğraşmaya devam edeceğim o sırada, okumuş adam umursamazlığı damgası yemek pahasına. Büyük abilerin kavgası bitince anlarız, hakikatimiz nur topu gibi mi hilkat garibesi mi.


  

28 Eylül 2010 Salı

Doktorunuz ayakta uyuyor olabilir

Türkiye'de uzmanlık eğitimi veren kimi kliniklerde uygulanan çok garip bir şey vardır: Gün aşırı nöbet
Bu uygulamaya maruz kalan doktor her iki günden birinde nöbetçidir. Bir sabah işe gelir, o gece nöbetçi olarak hastanede kalır, ertesi gün çalışmaya devam eder, akşam işi saat kaçta biterse (sonunda!!) hastaneden çıkar, evine gider biraz uyur, ertesi sabah döngü yeniden başlar. Pratik olarak her 48 saatin 34-36'sını hastanede çalışarak geçirir. Bu uygulama genelde "çömez asistan" denen, asistanlığa yeni başlamış kişilere uygulanır. Süresi 12-18 ay arasında değişebilir.

Birkaç ay boyunca bu tempoda çalışan insanın kronik yorgunluk semptomları göstermeye başlayacağı aşikar. Gün içerisinde yapılacak herhangi bir eğitim faaliyetinden fayda görmesi de mümkün değil zira bu kadar yorgun ve uykusuz bir beyin öğrenmez. O cesede dönüşmüş haliyle gidip evde teorik eğitimini gerçekleştirmek üzere ders çalışmasını beklemek de oldukça hayalperest bir yaklaşım olur. Dolayısıyla memleketin en iyi tıp fakültesinde de olsa bu genç doktorlar düzgün bir teorik-bilimsel eğitim almazlar, zanaat öğrenir gibi yaparak ve yaptıkları kadar öğrenirler mesleklerini. 

Bilimsel araştırmaların tekrar tekrar ortaya koyduğu basit bir gerçek var, doktorun hata yapmasına neden olabilecek iki temel faktör var:
1) Ne kadar tecrübesiz olduğu (kariyerin henüz başında olanlar, başlayalı daha bir iki ay olmuş çömez asistanlar bu durumda hata yapmaya en yatkın olanlar oluyor)
2) Doktorun ne kadar yorgun olduğu (Burada en önemli faktörlerden biri kesintisiz olarak hastanede geçirilen zaman, aklı başında ülkeler buna ksıtlamalar getiriyor)

Bizdeki uygulama iş iyice çığırından çıksın diye en tecrübesiz adamları en ağır iş yükünün altında ezerek hata yapma olasılığını üstel olarak artırıyor. Bundan doğrudan etkilenecek kitle olan hastalar ise durumun farkında bile değil. ABD'de doktorların çalışma saatlerine kısıtlama getirilmesini talep eden kuruluşların başında hasta hakları dernekleri gelir, bizdekiler henüz tehlikenin farkında değil.

Doktorun çektiği eziyet yanında maruz kaldığı kaçak çalıştırma da cabası. Devlet aylık azami bir nöbet sayısı belirlediğinden ve daha fazlasının ücretini elbette ödemeyeceğinden bu çocuklar kağıt üzerinde ayda 8-10 nöbet (3 günde bir) tutuyor gösterilir ve nöbet ücretlerini de ona göre alırlar, gerisi kaçak çalıştırma.


Gelelim bu uygulamaya nerede rastlayabileceğinize:
i) Birkaç sene öncesine kadar Hacettepe Beyin Cerrahisi'nde bu uygulama vardı. Her türlü insani standarda ve uluslararası çalışma yasalarına aykırı olduğundan ve hastayı tehlikeye attığından akredite olmaya çalıştıklarında bu uygulama ayaklarına dolandı, kaldırdılar. Artık uygulamıyorlar, en sık nöbet 3 günde bir ve uluslararası akreditasyonları onaylandı.
ii)Hacettepe Genel Cerrahi: Ben kendimi bildim bileli çömezlere uygulanır, kaldıracaklar gibi de görünmüyor. Yazın izne çıkan asistanlar nedeneniyle personel sıkıntısı yaşandığında kıdemli asistanlar ya da baş asistanlar da  günaşırı nöbete geri dönmek zorunda kalabiliyor.
iii) Hacettepe Pediatri: Günaşırıdan vazgeçmeleri olası görünmüyor. Asistanların sorunlarından bahsedildiğinde "20 yıl önce ben asistanken de böyleydi, ne yapalım" diyecek kadar değişime ve ilerlemeye inanan hocaları olduğuna bizzat şahit olduğumdan değiştirmeyeceklerine neredeyse eminim.


Onun için benden size bir tavsiye. Aşağıdaki resme benzeyen bir doktor görürseniz kaç günde bir nöbet tuttuğunu ve son kaç saattir hastanede olduğunu sorun, korktuğunuz cevapları alırsanız da koşarak kaçın. Hem kendinizi ve sevdiklerinizi hata yapma ihtimali yüksek bir doktordan aakınmış olursunuz hem de doktora da bir iyiliğiniz olmuş olur; belki beş dakika dinlenecek, sandalye üstünde uyuklayacak vakit bulur





27 Eylül 2010 Pazartesi

İki alana bir bedava: Don değil, Viagra - Kısım II

Bu yazının ilk kısmında Sağlık Bakanlığı'nın burnunun dibinde bir eczanenin sildenafil içeren ilaçları (viagra vb.), ilaçta promosyon kanunen yasak olduğu halde, "2 alan 1 bedava" sloganıyla satmasından bahsetmiştirm. Burnunun dibinden kastettiğimin ne kadar yakın olduğu daha iyi anlaşılsın diye bir harita eklemem uygun olur diye düşündüm. İşaretlerden biri bakanlığın, diğeri eczanenin yerini gösteriyor. Aynı cadde üzerindeki diğer eczanelerde de durum faklı değil.

17 Eylül 2010 Cuma

Borcumuz ne kadar?

Latin Amerikalı iktisatçı Carlos-Diaz Alejandro seksenlerde Paul Krugman'a bu heykelin resmini kartpostal olarak yollamış ve arkasına şöyle yazmış:

Borcumuz BU KADAR büyük ve onu yalnızca TANRI geri ödeyebilir.








Ülke olarak Türkiye için ve tek tek ele alındığında pek çok vatandaşımız için durum şu anda tam da böyle.




13 Eylül 2010 Pazartesi

Domuz gribi salgını - Bitmeyen tartışma


Domuz gribi salgını ortaya çıktığında Dünya Sağlık Örgütü'nün bu konuyu incelemek ve salgının düzeyini belirlemek, gerekli önelmleri planlamak üzere kurduğu heyetin üyeleri tartışma konusu olmuştu. Üyelerin adlarının açıklanmaması şirketlerle çıkar çatışması yaratabilecek bağlantıları olması endişesiyle, şüphe yaratmıştı. Salgının sona erdiğinin açıklanmasının ardında DSÖ, kurul üyelerini ve bildirdikleri çıkar çatışması yaratabilecek durumları açıkladı.
 
Arnold Monto: Ann Arnbor'daki Michigan Üniversitesi'nde epidemiyoloji profesörü; sezonluk (yıllık, her yıl yapılan) ve pandemik (dünya çapında salgın yaratan) gribe yönelik aşıların geliştirilmesinde GlaxoSmithKline, Novartis, Roche, Baxter ve Sanofi'ye, her biri 10.000 dolardan az ücretler için olmak üzere danışmanlık yaptığını bildirmiştir. Buna ek olarak, çalıştığı üniversitedeki araştırma birimi 2007-2008 yıllarında yürütülen, inaktive edilmiş ve zayıflatılmış grip aşılarının etkinliğini karşılaştıran bir araştırma için Sanofi Pasteur'den fon (araştırma giderleri için para) almıştır.    
 John Wood: Birleşik Krallık Biyolojik Standartlar ve Kontrol Enstitisü'nün viroloji bölümünde yönetici bilimadamı; çalıştığı biriminin grip aşısı araştırma-geliştirmesinde Sanofi Pasteur, CSL, IFPMA, Novartis ve Powdermed için kontratlı araştırma yürüttüğünü belirtmiştir (bu tarz araştırmalarda firma kendi lablarında yürütemediği ya da yürütmeyi tercih etmediği araştırmalar için çeşitli araştırma kurumlarıyla anlaşır, giderleri karşılar, kurumun çalışanları ve laboratuvarları gibi imkanları kullanır, araştırma sonuçlarının mülkiyet hakkı da firmaya ait olur. Firma olumsuz sonuçların yayınlanmamasını tercih edebilir) 
Maria Zambon: Londra'daki Sağlık Koruma Ajansı Enfeksiyon Merkezi virüs danışma bölümünde solunum virüsleri biriminin başkanı; işvereninin lobaratuvarında yürütülen kontratlı anlaşmalar için Sanofi, Novartis, CSL, Baxter ve GSK gibi ilaç üretici firmalardan fon aldığını belirtmiştir.
Neil Morris Ferguson: Imperial College London Tıp Fakültesi enfeksiyon hastalıkları epidemiyolojisi bölümünde matematiksel biyoloji kürsüsü sahibi, Roche ve GSK'ye (2007'de sona ermiş) danışmanlık hizmeti vermiş, 2007'de bu işten elde ettiği gelir 7000 dolardan az.


Nancy Cox: Hastalıkların Kontrolü ve Önlenmesi merkezi (CDC) grip bölümü yöneticisi, kendisine bağlı bulunan halk sağlığı ve takip araştırmaları biriminin endüstriye bağlı bir ticari grup olan  International Federation of Pharmaceutical Manufacturers & Associations'dan mali destek aldığını bildirmiştir.




Durum ilk bakışta hiç de iç açıcı görünmüyor gibi ama bunu engellemenin de bir yolu yok gibi. Bizim YÖK başkanımız aşı geliştirmeyi kolay ve ucuz zannedip ünversiteleri azarlasa da, bu iş çok masraflı bir iş (ilgili bir yorumum için tıklayınız). Bu tarz çalışmaları yürütecek bir laboratuvarın maliyetini karşılamanın tek yolu ilaç firmalarıyla girilen anlaşmalarla gelir sağlamak. Dolayısıyla büyük viral salgınlar ve aşı geliştirme konusunda belli bir bilgi ve deneyim seviyesinin üzerinde olup, geçmişte ilaç firmalarıyla hiç ilişkisi olmamış bir bilim adamı bulmak neredeyse imkansız, hele ki  bilimin bu kadar endüstriyel bir iş haline geldiği bu çağda.

Üniversitelerle ilaç firmaları arasındaki akçeli ilişkiler tartışma konusu olmaya mutlaka devam edecektir. Pandemi kararı abartılı mıydı, devletler aşıdan zarar mı etti, komisyondakilerin çıkar çatışmalarının bu durumdaki rolü nedir gibi sorular daha çok sorulup tartışılmaya devam edecektir.Bana kalırsa doğrusu bekleyip, geriye dönüp baktığımızda domuz giribi salgını sırasında elde edilen verilerin bize ne gösterdiğini incelemek.

Beğendiyseniz paylaşabilirsiniz, maksat söz yayılsın.