31 Aralık 2009 Perşembe

Bir aşı bile yapamadık, yuh olsun bize!

    Üniversitelerin yapabilecekleri, yapmaları gerekenler, topluma karşı sorumlulukları, ekonomiye olası katkıları meselelerinde kafa karışıklığımız milli bir hastalıktır ama bunun üniversiteleri yönetmekle görevli olanlara kadar sirayet etmiş olması gerçketen yürek paralayıcı.

    YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan Atatürk Üniversitesi'nin 2009-2010 akademik yılı açılış törenine "Aşı konusu tartışılıyor ama üniversitelerimizden ses çıkmıyor. Üniversitelerimiz ne aşı üretimine, ne ilaç üretimine, ne de tıbbi cihaz üretimini yardımcı olmuyorlar." demiş.

   Kuş gribi meselesinde Uğur Dündar'a TÜBİTAK'tan çok itimat etmiş bu halk eminim bugün de bütün üniversiteler "aşı olun" diye bağırsa, aşı olmayan başbakanını örnek almayı daha uygun bulacaktır. Zira başbakanımız konu ile ilgili bütün literatürü incelemiş; aşıların güvenlilik açısından yeterince değerlendirilmediği, etkinlik konusunda da soru işaretleri olduğu hükmüne varmış ve bundan sonra aşı olmayacağını açıklamıştır.

   Daha acı olan YÖK Başkanının üniversitelerden aşı üretmelerini beklemesi. Domuz gribi ekseninde başlayan tartışmaya oradan devam etmek gerekir herhalde. Sayın YÖK Başkanı acaba şu soruların cevaplarını bilmekte midir?

1) Böyle bir hastalık için aşı geliştirilmesi araştırmalarının yapılacağı ve aşı üretimi yapılacak bir laboratuvarın/tesisin biyogüvenlilik düzeyi ne olmalıdır? (bu kavramı merak edenler için: http://en.wikipedia.org/wiki/Biosafety_level ) (benim bildiğim en az 3)

2)Türkiye'de bu tarz araştırmalara uygun özelliklere sahip kaç tesis vardır? Toplam personeli kaç kişidir? Yıllık toplam bütçeleri ne kadardır? (benim bildiğim kadarıyla cevaplar: 0,0,0)

3) Böyle bir araştırmanın maliyeti ne kadardır?

    Tıp ya da biyolojik bilimler kökenininden gelmeyen sayın başkanın bu kavramları duymamış olması elbette mümkün; ama bunlardan haberdar olmadan, memleketin bilimsel yatırımlarının planlamasında rol olması da imkansız. O mevkide oturan bir insanın, bu kadar temel ve basit kavramları öğrenmeden, bu kadar ciddi ve suçlayıcı sözler söylemesi biraz garip olmuş.


    Bunca acı sözü bir masalla bağlayalım da, ağzımıza tekrar tat gelsin. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, çok uzaklarda bir ülke varmış. Bu ülkede cehaletin belli bir düzeyinden sonrası ancak eğitimle mümkün olurmuş. Yeterince eğitim alanlar profesör olur, bunlardan bazıları da yönetici yapılırmış.

7 Aralık 2009 Pazartesi

Bir tasvir

Hayat omzumuza bastıkça dikleşen sırtımızda kolları eprimiş bir ceket,
ceplerinde orta halli ailelerin gerçekleşmemiş ümitleri
-bir diploma, iyi iş, güzel maaş, bir piyangodan büyük ikramiye belki-
yürüyüp gidiyoruz kendi irademizle seçtiğimiz sanrısına tutunduğumuz,
biz doğmadan çok önce
bıyıklı, şişman, yumru elli bürokratların çizdiği bir yolda.
Dilimizin tam ucunda bir küfür,
en kavisinden, en sunturlusundan
mukaddes olduğu ezberletilmiş ve artık zerrece inancımız kalmamış
her ne var ise
hepsine.

4 Aralık 2009 Cuma

Kelimeler yetmez

     Derdimi anlatmama yetecek düzeyde konuşabildiğim iki dil var. İkisi de gerçek, samimi ve dolu dolu bir öfkeyi anlatabilecek sözcüklerden yoksun.

    Dil toplumsal hayatımızı düzenleyebilmemiz için icat ettiğimiz bir araç. Tanımları belli simgeler aracılığıyla ortak bir alan yaratmamıza yarıyor. Oysa öfke ortak alanımızın dışında kalması gereken bir duygu, sosyal sözleşmemizin özüyle bağdaşmıyor. Durum böyle olunca hiçbir dil, dile getirilmemesi gerekeni tüm detayıyla anlatmaya yarayacak sözcükleri barındırmıyor, hiç kullanılmaması gereken bu nafile yükü taşımıyor.

    Bu nedenle öfkeyi anlatmak için daha ilkel seslere dönmek gerekiyor. Dilin üzerinde anlaşmaya varılmış simgelerinden kurtulup, içimizden taşarcasına bir çığlık atmak gerekiyor. Öfkeyle dolduğumuz anlarda göğsümüzün altında basınç yapan şey galiba bu çığlık.

    Bunu daha estetik bir şekilde yapmanın yolu ise sanat sanırım. Sanatçının oluşturduğu gerçek anlam ve ifadenin kendisinden başkasına tam olarak aşikar olmaması, öfkenin ortak alanımıza nüfuzuna bir sınır çiziyor ama dilin sınırlarının ötesine taşıyor. Sözler yetmeyince seslere dönmenin daha estetize edilmiş şekline müzik demiş oluyoruz.

    Belki de bunun için Tool'un The Pot'u iki yılı aşkın süredir en çok dinlediğim şarkılar sıralamasında tepeden inmedi. Maynard James Keenan başta olmak üzere bu güzel abilere saygılarımla...

Ben sana x olamazsın demedim, adam olamazsın dedim

Okumaktan başka çare yoktu (aslında vardı galiba ama biz yok sanıyorduk, annemiz babamız da öyle diyordu) okuduk. Hepimiz bir şeyler olduk. Lakin içimizden babasının gözünde adam olan çıktı mı emin değilim, başlıktaki lafı en az bir kere işitenlerin sayısını ise gerçekten merak ediyorum.

Uzunca bir zaman nafile yere uğraştım babamın adamlık kriterlerini keşfetmek için, beceremedim. Meselenin özüne aymam zaman aldı. Sonunda fark ettiğim şudur ki babanın gözünde adam olmak mümkün değildir. Birinin başına bela olmak mı istiyorsunuz, ona "ben sana adam olamazsın" dedimli kalıpla girişiverin, mümkünse aksini ispatlasın bakalım. "Adamlık", tanımı o kadar muğlak bir olgu ki, anlayıp da ona erişmeniz mümkün değil. Üstelik yaşadıkça kendine, hayata, insanlara dair fikirleri her insan gibi değişen sevgili "baba"nın adamlık tanımı da buna paralel olarak değişiyor. Nerede olduğu bilinmeyen bir menzile yolculuk bu "babanın tanımıyla adam olma"  gayreti.

İyi de, "adam oldun" dese ne olur, demese ne olur, öyle değil mi? Sıkıntı tam da burada. Okumuş, başarılı,hep önde, hep örnek çocuklardık, hatırlar mısınız? Aferinlere boğardı bizi anneler, komşu teyzeler. Sevgi ile başarı arasında hastalıklı bir ilişkiyi böyle böyle inşa ettik. Ne kadar başarırsak, o kadar sevecekler zannettik. "Aferin" takdir değil, bir sevgi sözcüğüydü bu hastalıklı sevgi kapalı sisteminde. Bir kişi inat ediyor, aferin demiyordu, illa da adam olacaksın. Başarı yetmez, adam olacaksın. Ne güzel kurmuştuk sistemi, biz başaracağız, onlar sevecek. Bir de baba oyuna katılsaydı. Aslında koşulsuz olması gereken sevgiyi koşullu algılamayı sineye çektik, başarıya endekslenmesini kabul ettik ama o da yetmedi bu kez.

Bizim kuşağın ailesinden adım adım uzaklaşmasının özetidir bu adam olamazsın meselesi. Tanımı bababımızın mazisinde, bugününde, hayatında, hayata bakışında, dini inançlarında, dünya görüşünde parça parça bulunabilecek bir adamlık tanımı. Büyüdükçe ailemizin kültürel kodalarından, yaşama alışkanlıklarından ne kadar uzağa düştüysek adam olma ihtimali o kadar azaldı. Başardıkça seviliriz zanneden çocuklar başarının peşinde kendi küçük dünyalarını terk edip yeni şeyler keşfettikçe adamlık kriterlerinden uzağa düşer oldular.

Her şeye aynı anda sahip olmak mümkün değil galiba. İyisi mi, biz bildiğimiz yoldan gidelim. Doktor olalım, mühendis olalım, vali olalım, dekan olalım ama adam olamayalım. Adamlık bizden önceki kuşağa kalsın. Neye benzediğini onlardan başka bilen de yok zaten.

Beğendiyseniz paylaşabilirsiniz, maksat söz yayılsın.