29 Mayıs 2009 Cuma

Sapere aude

225 sene önce Immanuel Kant büyüğümüz "Aydınlanma Nedir" isimli makalesinde kullanmıştı bu ifadeyi, bilmeye cesaret et, bilme cüretini göster.

Aydınlanmanın büyük devriminin özetini çıkarıyordu, herkesi bu sürece katılmaya götürecek olan rotayı çiziyordu. İtaat etmektense, bilmeye ve düşünmeye davet...İnsanın ve insanlığın kendini bilmek sayesinde çocukluğundan çıkıp yetişkinliğine adım atmasına davet. Bilgiye (evrene, dünyaya, doğaya ya da bizzat insanın kendisine ait olması fark etmeden) böyle bir anlam yüklemenin sonunun nereye çıkabileceğini hesap etmiş miydi bilmek mümkün değil ama yol üzerindeki kimi duraklara kıymet verdiğini söyleyebiliriz herhalde.

O zamanki temel hedef kitlesi olan Avrupalıların bilme macerası o saatten sonra enteresan bir rota takip etti. Her şeyin bilinebileceği, anlaşılabileceği fikri temel bir argüman haline geldi. Bugün geldiğimiz yerde hala bilginin o düzeyine ulaşılmış değil ama fikir kimileri içinde yerli yerinde duruyor.

Daha acı olan macera kendini bilme yolundaki. Kant çocukluktan çıkan insanın/insanlığın yetişkinliğe geçişini planlarken aradaki çok önemli bir aşamayı unutmuş olsa gerek, ergenliği. Avrupanın kendini bilme gayreti onu ancak ergenliğe kadar olgunlaştırabildi. Kuzey Amerika-Avrupa ekseninde insanoğlunun bir kısmı kendi tarihini, kültürünü ve medeniyetini öğrenirken tıpkı ergenler gibi kendine benzeyenlerle küçük bir grubun içine hapsoldu. Doğru olan ne varsa ancak bu gruba dahil olanların yaptıklarında bulunabilirdi, diğerleri yanılıyordu ve onlara benzemeliydi. Onların grubuna dahil olmak da öyle çok kolay olmayacaktı. Bu ergenlik hezeyanı diğerlerini anlama gayretini de yok etti, garip şeyler olarak baktılar yalnızca onlara; o devirden kalma Afrika seyahatnamelerinde, o gerçekle bağı kopuk oryantalizmde bunun izlerini görmek o kadar kolay ki. Onların gruba dahil olmaya çalışan diğer çocukların maceraları daha da garip oldu; Rus aydınlanması, Türk aydınlanması ve Japonların maceraları "ne isterseniz yaparım, ne olur beni de gruba alın" basitliği düzeyine düştü yer yer.

Acı olan Kuzey Amerika-Avrupa dünyasının bu ergenliği hala sona erdirememiş olması.

Onlar ergenlik sivilceleriyle oynamaya devam edip, her şeyi bilme zannı içinde herkese akıl vermekle meşgulken bilginin kendisine ne oldu?

Bilgi bu arada bir iktidar aracına dönüştürüldü. Ulus devletlerin istedikleri tarzda vatandaşı yetiştirme yöntemi eğitimi yaygınlaştırmaktı; istedikleri kadar ve seçtikleri bilginin aktarılması yoluyla yaygın zihin şekillendirme operasyonu. Kitlelerin bilgiye olan açlığı körüklendikçe bu kılıcın ucu giderek keskinleştirildi, bugünün dünyasındaki bilgi Kant'ın hayallerinin ötesindedir sanırım, yanlış bilgilendirme de (dezenformasyon).

Bilmek itaat etmenin zıddıydı Kant için, bugün itaatin sağlanmasının aracı haline getirildi bilgi. Bugün aydınlanmanın ve olgunlaşmanın yolu hala bilmeye cesaret etmektir ancak bazı şeyleri bilmemeye, öğrenmemeye de cesaret etmek gerekiyor artık. Bilgi fetişizmini yaratan ve bilgiyi suistimal eden zihniyet böylesine bir bilgiye sırt çevirme tavrını çoktan olmazlar, olamazlar, çağdışılıklar çuvalına koydu bile. Onların bildiğini, bil dediğini bilmeyenleri gruba almıyorlar.

Ergenliği geçip yetişkinliğe varmanın bedeli bu damgayı yemekten geçse bile, gayrete değer.

Hala "sapere aude" ama gerektiğinde bilmemeye de cesaret edelim.

25 Mayıs 2009 Pazartesi

Benim kuşağım

Temel meselemiz ,düşünürken "benim kuşağım" dediğim bir kuşak üzerine olacaksa önce bunu tanımlamak gerekir herhalde. Zamanla olduğu kadar, sosyal tabaka ve hayat hikayesiyle tanımladığım bir kavram bu.


Benim kuşağım 12 Eylül darbesine giden olayların içinde olmayanlardı; henüz bu olayların içinde olamayacak kadar küçük olan ya da doğmamış olanlar. Yaklaşık olarak 1973-1983 arası doğanlar düşer galiba bunun içine. Çocukluğu ve ilk gençliği Özal Türkiyesi'nde geçmiş insanlarız yani. Genelde artık tedavülden kaldırılmış olan o sınıfa, orta tabakaya mensup ailelerdeniz. Ebeveynlerimizden biri işçi ya da memurdur. Görebileceği en büyük refah düzeyi başını sokacak ev, bilemedin bir araba olacak olan ailelerdir bunlar. Çoğu durumda anne babamızın çocukluğunun bir kısmı ya da tamamı köyde geçmiştir, genelde lise mezunudurlar. Şehirde doğup büyüyen ilk kuşak bizimkidir sülalede ama aile ziyareti vb. derken köyle bir temasımız olmuştur bizim de. Tamamen şehirlilik kısmetse bir sonraki kuşağa kalsın (!)


Maceramızın ilk belirleyicisi içine doğdumuz bu aile ve onların sosyal çevresi ise, ikincisi gittiğimiz okullardır. Anadolu lisesine, fen lisesine, iyi üniversitelere giden, ingilizce bilen insanlarız. O okullardaki ortam, oralardan geçerek varacağımızı sandığımız yerler hayata dair planlarımızı şekillendirdi. İlk belirleyicimiz olan ailemiz ve sosyal çevremizden kopuşumuz da böyle başladı aslında ama sonra değineceğim buna uzun uzun.


Ömrümüzün şu sıralar içinden geçtiğimiz kısmı mesleğimizi icra etmeye başladığımız, hayatın içine reel olarak girdiğimiz, küçük burjuva olacağımızı zannederken beyaz yakalı proleterler olduğumuzu keşfettiğimiz zamanlar. Evlenmek, evleneceğimiz kişiyi bulmaya ya da tanımaya uğraşmak, evlenmeye uğraşmak (para bulmak yani) da bu aralar maceramızın ana meselelerinden. Maddi bağımsızlıkla birlikte,  aileden kopuşumuz da yeni bir çağına girmiş oluyor.


Bu tanıma uyan kaç bin kişiyiz bilemiyorum fakat bu ülkenin bakamayacağı halde yaptığı çocuklar olduğumuzu zannediyorum. Bizi belli bir adam olalım diye eğittiler ama o adam olarak yapacak işlerimiz yok, o adamın hayatını yaşayacak kadar paramız da. Kandırıldık diyemem, meselenin aslını anlamakta geç kaldık galiba. Anlayıncaya kadar da geç oldu biraz, geri dönemeyecek kadar büyüdük, karakterimizi şekillendirdik, mesleğimizi seçtik.


Amerikan rüyası ile büyütülen ilk kuşak, rüyadan uyanma yaşına geldi. Huzursuzluktan bahsetmeye devam ederiz.

Sebeb-i telif

Bunca zaman okudum ve düşündüm. Bunca yıldır düşündüklerim içinde yazılmaya değer herhangi bir şey oldu mu bilemiyorum. Düşündüklerim içinde en temel mesele kendi maceramdı. Hikayemin hiç de özel bir şey olmadığını fark ettim zaman içinde. Bu memlekette, belli bir zamanda, belli bir çevrenin içine doğmuş olmaktan; belli okullarda, belli bir şey olmak üzere eğitilmiş olmaktan ve bunların kimilerini, maalesef, kendi tercihim zannetmiş olmaktan mürekkep, çok büyük bir kısmı oldukça anlaşılabilir ve öngörülebilir bir maceranın içinden geçtim ve geçmeye devam ediyorum. Bunun benim kuşağımın ortak hikayesi olan kısmını merak etmekteyim uzunca bir zamandır. Burada yazmak istediğim temel meseleler bunlar üzerine. Ümidim, fark edip de okuyanlar olursa onların da yorumlarıyla bu işi biraz daha anlamak, anladığım kadarını anlatmaya devam etmek.


Bu sürecin beni ömür boyu haymatlosluğa (vatansızlığa) mahkum ettiğine inandığımdan bu başlığı seçtim. İçinden çıktım aileye ya da sosyal zümreye ait değilim dönüştüğüm/dönüştürüldüğüm adam olarak. Bu memlekete ait olduğumdan emin değilim, cemiyetin benimle olan ilişkisi bunu düşündürüyor bana. Başka bir yere ait olamayacak kadar da buralı bir tarafım.


"Damla, kendini tamamlayınca damlar" demiş Özdemir Asaf; tamamlandığımdan değil, bunları yazarak, yazılanları okuyarak tamamlanmayı ümit ettiğimden yazmaya başlıyorum.


Sonumuz hayır olsun...

Beğendiyseniz paylaşabilirsiniz, maksat söz yayılsın.