31 Aralık 2009 Perşembe

Bir aşı bile yapamadık, yuh olsun bize!

    Üniversitelerin yapabilecekleri, yapmaları gerekenler, topluma karşı sorumlulukları, ekonomiye olası katkıları meselelerinde kafa karışıklığımız milli bir hastalıktır ama bunun üniversiteleri yönetmekle görevli olanlara kadar sirayet etmiş olması gerçketen yürek paralayıcı.

    YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan Atatürk Üniversitesi'nin 2009-2010 akademik yılı açılış törenine "Aşı konusu tartışılıyor ama üniversitelerimizden ses çıkmıyor. Üniversitelerimiz ne aşı üretimine, ne ilaç üretimine, ne de tıbbi cihaz üretimini yardımcı olmuyorlar." demiş.

   Kuş gribi meselesinde Uğur Dündar'a TÜBİTAK'tan çok itimat etmiş bu halk eminim bugün de bütün üniversiteler "aşı olun" diye bağırsa, aşı olmayan başbakanını örnek almayı daha uygun bulacaktır. Zira başbakanımız konu ile ilgili bütün literatürü incelemiş; aşıların güvenlilik açısından yeterince değerlendirilmediği, etkinlik konusunda da soru işaretleri olduğu hükmüne varmış ve bundan sonra aşı olmayacağını açıklamıştır.

   Daha acı olan YÖK Başkanının üniversitelerden aşı üretmelerini beklemesi. Domuz gribi ekseninde başlayan tartışmaya oradan devam etmek gerekir herhalde. Sayın YÖK Başkanı acaba şu soruların cevaplarını bilmekte midir?

1) Böyle bir hastalık için aşı geliştirilmesi araştırmalarının yapılacağı ve aşı üretimi yapılacak bir laboratuvarın/tesisin biyogüvenlilik düzeyi ne olmalıdır? (bu kavramı merak edenler için: http://en.wikipedia.org/wiki/Biosafety_level ) (benim bildiğim en az 3)

2)Türkiye'de bu tarz araştırmalara uygun özelliklere sahip kaç tesis vardır? Toplam personeli kaç kişidir? Yıllık toplam bütçeleri ne kadardır? (benim bildiğim kadarıyla cevaplar: 0,0,0)

3) Böyle bir araştırmanın maliyeti ne kadardır?

    Tıp ya da biyolojik bilimler kökenininden gelmeyen sayın başkanın bu kavramları duymamış olması elbette mümkün; ama bunlardan haberdar olmadan, memleketin bilimsel yatırımlarının planlamasında rol olması da imkansız. O mevkide oturan bir insanın, bu kadar temel ve basit kavramları öğrenmeden, bu kadar ciddi ve suçlayıcı sözler söylemesi biraz garip olmuş.


    Bunca acı sözü bir masalla bağlayalım da, ağzımıza tekrar tat gelsin. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, çok uzaklarda bir ülke varmış. Bu ülkede cehaletin belli bir düzeyinden sonrası ancak eğitimle mümkün olurmuş. Yeterince eğitim alanlar profesör olur, bunlardan bazıları da yönetici yapılırmış.

7 Aralık 2009 Pazartesi

Bir tasvir

Hayat omzumuza bastıkça dikleşen sırtımızda kolları eprimiş bir ceket,
ceplerinde orta halli ailelerin gerçekleşmemiş ümitleri
-bir diploma, iyi iş, güzel maaş, bir piyangodan büyük ikramiye belki-
yürüyüp gidiyoruz kendi irademizle seçtiğimiz sanrısına tutunduğumuz,
biz doğmadan çok önce
bıyıklı, şişman, yumru elli bürokratların çizdiği bir yolda.
Dilimizin tam ucunda bir küfür,
en kavisinden, en sunturlusundan
mukaddes olduğu ezberletilmiş ve artık zerrece inancımız kalmamış
her ne var ise
hepsine.

4 Aralık 2009 Cuma

Kelimeler yetmez

     Derdimi anlatmama yetecek düzeyde konuşabildiğim iki dil var. İkisi de gerçek, samimi ve dolu dolu bir öfkeyi anlatabilecek sözcüklerden yoksun.

    Dil toplumsal hayatımızı düzenleyebilmemiz için icat ettiğimiz bir araç. Tanımları belli simgeler aracılığıyla ortak bir alan yaratmamıza yarıyor. Oysa öfke ortak alanımızın dışında kalması gereken bir duygu, sosyal sözleşmemizin özüyle bağdaşmıyor. Durum böyle olunca hiçbir dil, dile getirilmemesi gerekeni tüm detayıyla anlatmaya yarayacak sözcükleri barındırmıyor, hiç kullanılmaması gereken bu nafile yükü taşımıyor.

    Bu nedenle öfkeyi anlatmak için daha ilkel seslere dönmek gerekiyor. Dilin üzerinde anlaşmaya varılmış simgelerinden kurtulup, içimizden taşarcasına bir çığlık atmak gerekiyor. Öfkeyle dolduğumuz anlarda göğsümüzün altında basınç yapan şey galiba bu çığlık.

    Bunu daha estetik bir şekilde yapmanın yolu ise sanat sanırım. Sanatçının oluşturduğu gerçek anlam ve ifadenin kendisinden başkasına tam olarak aşikar olmaması, öfkenin ortak alanımıza nüfuzuna bir sınır çiziyor ama dilin sınırlarının ötesine taşıyor. Sözler yetmeyince seslere dönmenin daha estetize edilmiş şekline müzik demiş oluyoruz.

    Belki de bunun için Tool'un The Pot'u iki yılı aşkın süredir en çok dinlediğim şarkılar sıralamasında tepeden inmedi. Maynard James Keenan başta olmak üzere bu güzel abilere saygılarımla...

Ben sana x olamazsın demedim, adam olamazsın dedim

Okumaktan başka çare yoktu (aslında vardı galiba ama biz yok sanıyorduk, annemiz babamız da öyle diyordu) okuduk. Hepimiz bir şeyler olduk. Lakin içimizden babasının gözünde adam olan çıktı mı emin değilim, başlıktaki lafı en az bir kere işitenlerin sayısını ise gerçekten merak ediyorum.

Uzunca bir zaman nafile yere uğraştım babamın adamlık kriterlerini keşfetmek için, beceremedim. Meselenin özüne aymam zaman aldı. Sonunda fark ettiğim şudur ki babanın gözünde adam olmak mümkün değildir. Birinin başına bela olmak mı istiyorsunuz, ona "ben sana adam olamazsın" dedimli kalıpla girişiverin, mümkünse aksini ispatlasın bakalım. "Adamlık", tanımı o kadar muğlak bir olgu ki, anlayıp da ona erişmeniz mümkün değil. Üstelik yaşadıkça kendine, hayata, insanlara dair fikirleri her insan gibi değişen sevgili "baba"nın adamlık tanımı da buna paralel olarak değişiyor. Nerede olduğu bilinmeyen bir menzile yolculuk bu "babanın tanımıyla adam olma"  gayreti.

İyi de, "adam oldun" dese ne olur, demese ne olur, öyle değil mi? Sıkıntı tam da burada. Okumuş, başarılı,hep önde, hep örnek çocuklardık, hatırlar mısınız? Aferinlere boğardı bizi anneler, komşu teyzeler. Sevgi ile başarı arasında hastalıklı bir ilişkiyi böyle böyle inşa ettik. Ne kadar başarırsak, o kadar sevecekler zannettik. "Aferin" takdir değil, bir sevgi sözcüğüydü bu hastalıklı sevgi kapalı sisteminde. Bir kişi inat ediyor, aferin demiyordu, illa da adam olacaksın. Başarı yetmez, adam olacaksın. Ne güzel kurmuştuk sistemi, biz başaracağız, onlar sevecek. Bir de baba oyuna katılsaydı. Aslında koşulsuz olması gereken sevgiyi koşullu algılamayı sineye çektik, başarıya endekslenmesini kabul ettik ama o da yetmedi bu kez.

Bizim kuşağın ailesinden adım adım uzaklaşmasının özetidir bu adam olamazsın meselesi. Tanımı bababımızın mazisinde, bugününde, hayatında, hayata bakışında, dini inançlarında, dünya görüşünde parça parça bulunabilecek bir adamlık tanımı. Büyüdükçe ailemizin kültürel kodalarından, yaşama alışkanlıklarından ne kadar uzağa düştüysek adam olma ihtimali o kadar azaldı. Başardıkça seviliriz zanneden çocuklar başarının peşinde kendi küçük dünyalarını terk edip yeni şeyler keşfettikçe adamlık kriterlerinden uzağa düşer oldular.

Her şeye aynı anda sahip olmak mümkün değil galiba. İyisi mi, biz bildiğimiz yoldan gidelim. Doktor olalım, mühendis olalım, vali olalım, dekan olalım ama adam olamayalım. Adamlık bizden önceki kuşağa kalsın. Neye benzediğini onlardan başka bilen de yok zaten.

29 Kasım 2009 Pazar

Gerçeğin çölü

İş günü ya da tatil fark etmiyor, sabahları twitter’da bir sessizlik var. Sanırım normal olan da bu. İnsanlar hayatlarının kendi başlarına olmayı istedikleri kısmını tamamlayıp, iletişime-etkileşime hazır oldukları anda gerekli/uygun kanalı kullanmaya başlıyorlar.


Oysa şehir hayatı dediğimiz saçmalık buna izin vermiyor. Kalk, temizlen, giyin, evden çık. Birileriyle yaşıyorsan evden çıkmadan, yalnız yaşanlardansa evden çıkar çıkmaz sosyal etkileşimin gerçekliğinin kucağına düş. Birbirimizi rahatsız etmememiz için oluşturulmuş kurallara saygılı bir şekilde davran, aşırı hareketlerden kaçın, seni rahatsız edenlere karşı bile nezaketini koru (ya da korumaya çalış), düzgün insan ol, şehrin insanı ol.


Twitter’daki rahatlığı, sokağın zorbalığıyla karşılaştırınca kafam karışıyor. Her ne kadar bu düşüncelerimin benim “sosyal ilişkilerin kuralları öğrenilerek terbiye edilmiş otizmim”in ya da insansevmez, insandan kaçar (misanthropic) tarafımın kendini ortaya koyuşu olarak da yorumlanabileceğinin farkında olsam da şunu söylemeden edemeyeceğim:


İnsan sosyalleşmek zorunda bırakılan bir canlıdır. Kendi tercihimize bırakıldığında kuracağımız sosyal temas sayısı/sıklığı, hayatımızı idame ettirmek adına katlanmak zorunda kaldığımızdan azdır.


Gerçek olan doğaya uygun olan, sanal olan  ise kurgulanan/zorlanan ise “sanal” olarak yaftalanan ortam (ör: twitter) bize gerçek olana kısıtlı da olsa temas etme imkanı sağlarken, “gerçek” olduğu iddia edilen sokaktaki hayat bizzat sanalın kendisi oluyor.


Gerçek (real) bizden bağımsız olarak var olandır, gerçeklik (reality) ise sürekli olarak kurgulanması gereken bir yapıdır. Şehrin insanı olarak bizden beklenen gerçeği görmezden gelip, gerçekliğin içinde debelenip durmaksa itirazım var. 


Sokağa çıkacağıma, evde kalıp bilgisayarın başına geçmeyi yeğleyeceğim.

28 Kasım 2009 Cumartesi

Besteci? Yorumcu? Müzisyen? Aydın?

  

Madem sözü müzikten açtım, aralık 2007’de yazdığım bir yazıyı da eklemek isterim. Yazıda anlattığım fikirleri benimle uzun uzun tartıştıktan sonra beni bu yazıyı yazmak için cesaretlendiren, sonra da yazıyı Hacettepe Tıp hocalarının yarısına yollayan Prof. Dr. Mustafa Oğuz Güç aramızdan ayrılalı 6 ay oldu neredeyse. Bana çok şey öğreten abime bir kez daha selam çakmış olayım, saygılarımı sunayım. Çok özlediğim o güzel adamın öğrettiği gibi, muhalefete devam....






“Something is rotten in the state of Denmark”
Hamlet – William Shakespeare





Şu güzel ülkede sonu bir yere varmaz garip polemiklerin sonunun gelmesi ihtimali var mıdır? Korkarım, bu sorunun cevabı hayır. Öyleyse elden geleni yapıp bunlardan öğrenebileceğimiz kadar şey öğrenmekte fayda var, gerçi, bu gayret sinekten yağ çıkarmak misali zor ve nafile bir işe de dönüşebilir. Yine de denemek gerek. Nietzsche insandan ancak başka türlü ufak ve görünmez olabilecek bir gerçeği görünür kılacak bir büyüteç olarak faydalanabileceğini yazmıştı, bunu deneyebiliriz.

Son güzide polemiğimiz Fazıl Say’ın memleketin ahval ve şeraitini gerekçe göstererek buralardan çekip gideceğini açıklaması üzerine patlak verdi. Son aylarda belki de pek çok vatandaşın söylediği bir şeyi bu kez Fazıl Bey söyledi ve kıyamet koptu. Peki daha önce kopmayan kıyamet niye şimdi kopuyor?  Çünkü Fazıl Bey bunu besteci, yorumcu ve müzisyen olarak elde ettiği iktidarı arkasına alarak, aydın kimliğiyle yaptı, sıradan bir vatandaş olarak değil.

Öyleyse meseleye bu çerçeveden bakalım ve iki sorunun cevabını arayalım. Bir kişiden yola çıkarak belki daha geniş cevaplara ulaşabiliriz.

1)      Fazıl Say besteci, yorumcu ve müzisyen sıfatlarının içini bu iktidarı hak edecek kadar dolduruyor mu?
2)      Bu yorumu bir aydın sorumluluğuyla mı yapıyor yoksa yalnızca şikayet eden bir diğer vatandaşla mı karşı karşıyayız?

Madem soruları ben sordum, cevap vermeye çalışacağım.


1a) Besteci

Fazıl Say’ın bugüne kadar kamuoyunda en çok ses getiren eseri sanırım Nazım’dı. Nazım Hikmet Ran’ın şiirlerinin müzik eşliğinde okunması ve bazılarının bestelenmiş hallerinin seslendirilmesinden oluşan bu eserle ilgili iki yorumumu paylaşmak isterim.

i)                    Büyük bir şairin şiirlerini bestelemeye uğraşmak hayli riskli bir iştir ve oldukça dikkatle ele alınmalıdır. Şiirin kendi içindeki müziği ve ahengi korunmalı, anlattığı durum ya da duygu eksiltilmeden ve zedelenmeden aktarılmalıdır. Bu zor  işin hakkıyla yerine getirilişine örnek vermek gerekirse aklıma ilk gelen Gustav Mahler’in,  Friedrich Rückert’in şiirleri üzerine bestelenmiş olan liedleri ve Kindertotenlieder’i olur.
Böyle bir işe kalkışırken hangi şiirlerin besteleneceğine iyi düşünüp karar vermek gerekir sanırım. Fazıl Say, işe oldukça zor bir yerden girişmiş. “Bugün pazar, bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar” diye başlayan şiiri bestelemiş mesela. Şiir “Bu anda ne düşmek dalgalar/ Bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım/ Toprak, güneş ve ben / Bahtiyarım” diye biter.
İnsan olmanın en derin ve evrensel acılarından biri var sanırım bu şiirde; söz konusu olan en yakınınızdaki de olsa hayatın bazı anlarında yalnız olduğunuzu, onun bunun dışında olduğunu bilmek, sonsuz ve şifasız yalnızlığımız. Nazım Hikmet, uğruna içeri düştüğü kavgasından da, ona en güzel şiirleri yazdığı karısından da geçecek noktadadır, bu nasıl bir duygudur? Günlerce hücrede kapalı kaldıktan sonra kendini tekrar, geçici de olsa, özgür hissedebilmek nasıl bir şeydir? O anın coşkusu neye benzer? Korkarım Fazıl Say’ın bestesi bizi bu hislere ya da bu soruların cevaplarına yaklaştırmıyor. Pek çok duyguyu barındıran bir şiirden monoton bir şarkı çıkarıyor.



ii)                  Bir başka eleştirim de Yatar Bursa Kalesinde isimli besteye olacak. Genco Erkal’ın oldukça etkileyici seslendirdiği “Ben içeri düştüğümden beri” ve “Hapisten çıktıktan sonra”nın arasına yerleştirilmiş bu parça. Oldukça forte akorlar ile yapılan girişe bakır üflemelilerin benzer tonda girişi ekleniyor, oldukça epik bir hava bir anda yaratılmış oluyor. Vurmalıların da oldukça etkileyici bir kullanışı var. Ama bunlar bir yerlerden tanıdık gelmiyor mu? Carl Orff’un eserlerini bir parça bilen, özellikle de vurmalı sazlar ve onların kullanılışına katkılarından biraz haberdar bir müziksever için bu bölüm gayretli ve dersine iyi çalışmış bir konservatuar öğrencisinin bir ustaya öykünmesinden daha öte bir anlam içermiyor maalesef. Özgünlük aramak nafile, zira yok. Eski ustaların üsluplarından faydalanmak elbette müzikte sık rastlanan bir durumdur ama bu asla özgünlüğü yok edecek şekilde yapılmaz iyi besteciler tarafından. Bu sayede Schubert’i Beethoven’dan, Rachmanoniff’u Çaykovski’den ayırd etmek mümkündür her zaman. Fazıl Say’ı ayırd etmemizi sağlayacak unsuru ben bulamadım.            

           

1b) Yorumcu

Fazıl Say’ın şöhretini var eden esas olarak piyanistliğidir. Klasik müzik piyanistliğini yorumculuk olarak adlandırmak belki daha doğru olur. Elimizde bestenin notaları vardır ve yorumcu pek çoğumuz için beyaz bir sayfanın üzerindeki çizgiler ve noktalardan fazlası olmayan bu işaretlerden anlamlı bir şey çıkarmak üzere bunları yorumlar. İngilizcede bu işi anlatmak için kullanılan “interpretation” fiilinin diğer anlamları “tercüme etmek, anlam vermek (rüyayı yorumlamak gibi)”tir. Aslında bu fiil bile yapılan işin doğasını gayet iyi  açıklamaya yetmektedir. Kağıttaki işaretlerin anlamı bozulmadan bizim anlayabildiğimiz bir dile çevrilmesi... Tıpkı bir edebiyat eserinin pek çok farklı çevirisi olabilmesi gibi klasik müzik eserlerinin de birbirinden oldukça farklı yorumları mevcuttur.

Burada dikkat edilecek iki unsur vardır. Bunların ilki teknik yapıdır. Eserin gelişimi nasıldır, temalar nasıl kurulmakta, geliştirilmekte, işlenmektedir? Aynı anda duyduğumuz iki müzikal cümleden hangisi daha vurgulu olmalıdır? Tonlamalar nasıl yapılmalıdır? İkinci nokta anlamdır, eserin düşüncesi. Kimse bir edebiyat eserinin bir mesajı olması fikrini yadırgamaz ancak nedense çoğu zaman Dostoyevski’den geri kalır bir dahi olmayan Beethoven’in yalnızca güzel sesleri arka arkaya getirmekten keyif aldığı için beste yaptığı varsayılır gibi dinlenir müzik, arkasındaki düşünceye dikkat edilmeden. İyi yorumcunun görevi o mesajı anlamayı ve anlatmayı da içerir.

Bu noktada kavganın en güzel kopacağı yerden başlatalım tartışmamızı, J.S. Bach’ın müziğinden. Bach’ın bugün piyano ile seslendirilen eserlerinin çoğu piyano icat edilmeden önce bestelenmiştir. Daha önceki klavyeli çalgılar piyanonun çok önemli bir teknik imkanından mahrumdular, notaların şiddetini değiştirebilmek... Enstrümana adını veren de budur zaten hem şiddetli (forte), hem yumuşak (piano) notaları çalabilme imkanını sağlaması. Bu sebepten dolayı Bach’ın pek çok eserinde bu kuvvet işaretleri notada yoktur, pedalların nerede kullanılması gerektiğine dair bir bilgi de.

Bu durum temelde iki farklı Bach ekolünün oluşmasına sebep olur; bu işaretlerin yokluğunu kural kabul eden ve adeta klavsende çalınıyormuş gibi çalan bir yaklaşım ve bu işaretlerin yokluğuna rağmen müzikal cümlelerin yapısına uygun olarak bu farkları uygulayan yaklaşım.

Sanırım buna dair en iyi karşılaştırmayı Well-Tempered Clavier’in iki yorumu arasında yapmak mümkün olacaktır, Glenn Gould ve Sviatoslav Richter yorumları. İlki sadeliği esas alırken diğeri Rus ekolünün tüm haşmetini barındırır.

Bu iki yorum anlam açısından da farklılaşır. Glenn Gould’un yorumu daha ruhani bir Bach fikri verirken, Richter’de (özellikle o inanılmaz Do minör prelüd yorumunda) daha dünyalı bir Bach görürüz.

Görüldüğü gibi yorumculuk pek çok noktada özen ve yoğun bir entellektüel uğraş gerektiren bir iştir. Peki Fazıl Say’ın Bach kayıtları bize bu noktada ne söylüyor? Fazıl Say’ın bize anlattığı bir Bach var mı? Vurgular konusunda böyle bir özene rastlıyor muyuz? Fazıl Say yorumluyor mu, yoksa yalnızca notaları arka arkaya çalıyor mu? Bence cevap olumsuz...


Peki bu kadar başarısız bir yorumcuysa neden şöhret oldu diye soranlar olabilir.  Bu aslında tüm dünyada süren bir trendin bize yansımasından başka bir şey değil. Klasik müziğin macerası giderek daha çok insana ulaşmak üzere olmuştur. Öncelikle saraylar ve zengin evlerinin küçük salonlarında sınırlı sayıda insana ulaşan bu müzik, daha sonraları büyük salonlara, açık hava konserlerine taşınmıştır. Kayıt çağının başlamasıyla kitle daha da büyümüştür ama tam burada problem de başlamıştır. Plağı ya da CD’yi basan şirket için bu kar getirmesi gereken bir maldır, öyleyse iyi pazarlanmalıdır. Özellikle klasik müziğe yönelik ilginin sürekli azaldığı bir ortamda bu çok daha güç hale gelmiştir. Tam da bu sırada daha çekici yüzleri CD kapaklarında görmeye başlamamız sanırım rastlantı değildir. Eskiden konser kıyafetleri içinde poz verir gördüğümüz klasik müzik sanatçılarının dar kot pantolonlar içinde, oldukça iddialı pozlarla albüm kapaklarında yer alması (Anne-Sophi Mutter’in Karajan’sız yaptığı, ikinci Vivaldi-Dört Mevsim kaydının kapağı oldukça iyi bir örnektir) giderek yaygınlaşmaktadır. Hatta artık pop yıldızları gibi özel hayatları bile takip altındadır. Yine Mutter’den örnek verelim. Piyanist, orkestra şefi ve besteci Andre Previn’le aralarındaki büyük yaş farkına rağmen evlenmesi, Previn’in ona ithafen bir keman konçertosu bestelemesi ve bunu beraber seslendirip kaydetmeleri medyaya oldukça malzeme çıkartmıştı.
Fazıl Say hikayesi tam da bu noktada bizi o eski “Küçük Amerika olarak Türkiye” tanımına döndürüyor. Hande Ataizi ile magazin basınının diline düşen bir ilişki yaşamak mı dersiniz, konserde izleyenlerin asla aklından çıkmayan o gösterişli, sallanmalı, homurdanmalı piyano çalma üslubu mu? Oldukça ilginç ve pazarlanabilir görünüyor değil mi? Hatta CD kaydından çalarken çıkan mırıltıları çıkartmamak da ilginç olabilirdi, ki hafızam beni yanıltmıyorsa Stravinsky-Bahar Ayini kaydında bu da vardı. İlginç olabilirdi, gerçekten büyük bir adam bunu daha önce yapıp Fazıl Say’ı taklitçi durumuna düşürmeseydi (Glenn Gould’un Bach kayıtlarını daha dikkatli dinleyin, hemen fark edeceksiniz mırıltıları). Ama bu anlamda Fazıl Say’ın en büyük çıkışlarından biri New York Philharmonic – Kurt Mazur’la Gershwin kaydetmesiydi. Çok parlak bir iş değil mi? Albümün parlak turuncu kapağı ve oldukça iddialı, kollarını açmış Say fotoğrafını saymazsak değil...

Tüm Chopin piyano eserlerini, tüm Rachmaninoff’ları kaydeden kaç piyanist vardır bilir misiniz? Her ikisini de yapan benim bildiğim tek kişi var, İdil Biret (bu yorumların kalitesi de oldukça yüksektir, internette küçük bir araştırma özellikle Chopin kayıtlarıyla ilgili çok takdir eden eleştirilere ulşmanızı sağlayabilir). Ama o Fazıl Say gibi sansasyonel ve pazarlanabilir değil sanırım, onun için adını bu kadar sık duymuyoruz galiba (!)   


1c) Müzisyen

Müzisyenliği yorumculuktan ayrı ele almak isterim. Burada kast ettiğim, klasik repertuarın dışında kalan işler, Fazıl Say’ın daha doğaçlama caz denemeleri gibi...

Klasik müzik formasyonundan geçmiş müzisyenlerin bu noktada yaşadığı en büyük sıkıntı o müziğin kendine has yönlerini tam olarak yakalayamamaları, eserleri bir klasik müzik eserini çaldıkları üslupta çalmalarıdır. Buna örnek vermek gerekirse Gidon Kremer ve Yo Yo Ma’nın Astor Piazzolla kayıtları uygun düşer sanırım. Her ikisi de arşivimin en sevdiğim parçaları arasında olsa da eksik kalan bir yanları olduğunu söylemeden edemeyeceğim. Bunun aksi mümkün değil midir? Elbette, mümkündür. Büyük usta Yehudi Menuhin’in Grapelli ile yaptığı kayıtlar burada ders kitabı niteliğinde olabilir. Ama çok daha kolay bir yerden başlayabiliriz bu işin iyisinin nasıl olacağını öğrenmeye, klasik piyano eğitimi almış Nina Simone’un “love me or leave me” kaydından, yalnızca 4 dakika 7 saniye süren bir kayıttan... Parçanın ellinci saniyesiyle üçüncü dakikası arası tam bir doğaçlama caz solosudur; temayı alır, oynar, değiştirir, varyasyonlarını yapar,  tekrar aslına döndürür ve sözlerin tekrar girdiği yere bağlar. Ama ilginç olan bu solonun Bach armonisinin müthiş bir kullanımıyla kurulmuş olmasıdır, ilk dinlediğimde “Bach’ın bir eserinden mi alıntılıyor acaba” dememe sebep olacak kadar. Her iki müziğin (klasik ve caz) imkanlarını da son derece iyi kullanan, hem ikisine de dahil, hem ikisinin de ötesinde, Nina Simone’a özgü bir müzik...

Fazıl Say caz çalarken böyle bir yaklaşım görebiliyor muyuz? Klasikçiliğinden yeterince sıyrılabiliyor mu? Maalesef ben buna da hayır diyeceğim.


Neydi ilk sorumuz?

1)      Fazıl Say besteci, yorumcu ve müzisyen sıfatlarının içini bu iktidarı hak edecek kadar dolduruyor mu?


Sanırım bu soruya hayır cevabı verdiğim anlaşılmıştır. Geçelim ikinci soruya...







2)      Bu yorumu bir aydın sorumluluğuyla mı yapıyor yoksa yalnızca şikayet eden bir diğer vatandaşla mı karşı karşıyayız?

Sanırım bir aydından memleketini anlamasını, onun kendine has gerçekliğini çözümlemesini, problemleri görmesini ve çözüm önermesini beklemek aşırıya kaçmak olmaz.

Walter Benjamin’in sevdiğim bir sözü vardır:

Hakikati ortaya çıkaracak olan şey konuşmak değil, adlandırmaktır; bütün bütün tümceler değil sözcüklerdir. Hakikat akustik bir fenomendir.

Fazıl Say problemi adlandırmamaktadır, bir durum hakkında konuşmakta ancak adını koymamakta, teşhisi netleştirmemektedir. Dolayısıyla çözüm önermek de mümkün olmamakta, tek çare çekip bu “durum”un olmadığı yere gitmek olmaktadır.

Karşı karşıya olduğumuz durumu tek kelimeye indirmek mümkün mü? Eğer bunu yapmak bana düşseydi tercihimi “toleranssızlık” olarak yapardım.

Farklılıklarımızın varolduğunu kabul edebildiğimiz, bu farklılıklara tolerans gösterebildiğimiz, dolyısıyla kimsenin kendini dışında ve tehdit altında hissetmediği bir toplum inşa etmek mümkün değil mi? Bence bu hala başarılabilir bir proje. Hatırlatmak isterim, bu toprakları uzunca zaman yöneten Roma da, Osmanlı da düzeni bu sayede korumuştu. Farklılıklara ve farklı olana (dini, etnik, politik) toleranssızlık başladığında Osmanlı’nın sonu geldi. Aynı topraklarda aynı hata ikinci defa yapılmamalı.

Memleketin halinde (sanatında, biliminde, politikasında vb.) çürüyen, kokuşan bir şey var, bu muhakkak. Ama teşhis ve tedavi edilemez değil. Bize bunlar hakkında konuşma fırsatı verdiği için Fazıl Say’a teşekkür etmek isterim. Bu büyütecin bana gösterdiklerini okuyanlara teşekkürlerimle...




Mutter-Karajan Etkisi

Yaşayan en iyi klasik müzik piyanistleri ya da kemancıları kaç yaşında? Ellinin altında olan var mı? Yakışıklı ya da güzel tipler mi bunlar?


Söz konusu müziğin evimize kadar getirilen hali olunca, yani kaydedilmiş ve ticari olarak pazarlanan müzik, çok talihsiz bir durumla karşı karşıyayız. En iyilerin yaşadığı zamanlarda kayıt sistemleri bugünün çok gerisindeydi, bugünse o teknolojiyle tertemiz yaptığımız kayıtlarda “eşsiz çalıyor” diyeceğemiz yorumculardan mahrumuz. Bunları aklıma getiren Claudio Arrau’nun 1940’larda yaptığı JS Bach-Goldberg Varyasyonları kayıtları oldu; ne yaparsanız yapın temizlenmeyecek bir dip gürültüsünün içinden duyulan eşsiz bir yorumculuk.


Aslında örnekleri daha da artırmak mümkün. Sergei Rachmaninoff’un kayıtları 1920’lerden kalma, Sviatoslav Richter’in kayıtlarının çoğu Doğu Bloğu’nda kötü koşullar altında yapılmış. Richter’in Deutsche Grammophone’dan (DG) çıkan o efsanevi Rachmaninoff 2.konçerto kaydı iki arada bir derede yapılıvermiştir. DG başka bir kayıt yapmak üzere ekibini Varşova’ya yollamıştır, o dönem Batı Bloğu’na geçmesine izin verilmeyen Richter de turnesinin bir ayağı nedeniyle Varşova’ya uğrayacaktır. Hemen bir düzenleme yapılır, orkestra ve şef ayarlanır. Her ne kadar bu konuda asla aşırı seçici ve takıntılı davranan bir sanatçı olmamışsa da, bu kayıtta kullanmak zorunda kaldığı piyano Richter kalitesinin çok altındadır. Şef Stanislav Wislocki özellikle birinci bölümün adeta başlı başına bir senfonik şiir olan orkestral partisinde dökülmektedir. Richter’in ritmini de, yorumundaki derinliği de yakalamaktan çok uzaktır.



Peki şimdi nasıl dönüyor bu işler? İnanılmaz yüksek teknoloji ve dikkatli planlamayla. Yıldız bir solisti alıyosunuz, marka olmuş bir şef ve orkestrasıyla bir araya getiriyorsunuz, yaptığınız kayıt daha piyasaya çıkmadan reklamına başlıyorsunuz. Olur da bu kayıt bir ödül kazanırsa (ki çoğu zaman kazanıyor) ikinci bir reklam dalgası başlıyor. Eseri değiştirmeden bir örnek verebilirim, aynı Rachmaninoff konçertosunun, yine DG tarafından yapılan ve pazarlanan yeni bir kaydı: Valery Gergiev yönetimindeki Mariinsky (Kirov) Theater Orchestra eşiliğinde piyanist Lang Lang. Yorum asla Richter düzeyine yaklaşamıyor ama ses kalitesi inanılmaz. Kapak resmindeki pop albümlerini aratmayan çalışmaya da bir göz atmak gerek tabi ki:


Mesele tam da bu aslında, klasik müziğin yeni yıldızlarının  popstarlardan farkı yok. Bunu bir pazarlama stratejisi olarak ilk keşfeden sanırım Herbert von Karajan oldu. Karajan’ın Anne-Sophie Mutter’i daha çok küçükken himayesine alması, eğitimiyle ilgilenmesi, beraber verdikleri konserlerle tanıtması bilinen bir hikayedir. Peki bu yatırım nerelere vardı? Beraber yaptıkları Vivaldi-Dört Mevsim kaydı 500.000’den fazla satan ilk klasik müzik albümüdür. Aynı kayda ait görüntüler önce VHS video, daha sonra DVD olarak pazarlandı ve hala eserin standartları arasında sayılıyor. Türkiye’de bir müzik markette gördüğüm, orijnalinin  ½ oranında kopyası olan ilk klasik müzik sanatçısı posteri Anne-Sophie Mutter’e aitti (posteri utanmamış istemiştim, hala bende, inanmayanlara gösterebilirim, yıl 1998). Andre Previn’le yaptığı evlilik, Previn’in ona ithaf ettiği keman konçertosu (evet, klasik müziğin de magazini var artık!!!) , bu eseri beraber kaydetmeleri, bu kaydın ödül kazanması da hikayemize ekleyebileceğimiz detaylar arasında. Mutter kötü bir kemancı değildir ama Jascha Heifetz, Arthur Grumiaux düzeyinde değildir. Karajan’ın dinledikleri içinde en yetenekli çocuk o muydu emin değilim ama ileride güzel bir kadına ya da yakışıklı bir adama dönüşme ihtimali en büyük olan oydu sanırım.  Erkeklerden örnek vermek gerekirse Joshua Bell diyebilirim. Hatta bir örnek daha vereyim, bu kez fotoğraf destekli:


Müzik pazarlanabilir bir mal haline geldikten sonra bu noktaya varması kaçınılmazdı belki de. Artık klasik müzik yorumcularının iyi müzisyenler, filozofvari derinlikli yorumcular olmaları yetmiyor hatta bunlarda biraz eksik de kalabilirler ama prezentabl (!) olmaları şart galiba. Richter, anılarını anlatırken Karajan’ın beraber yaptıkları kayıttan çok albüm için yapılan fotoğraf çekimine kafa yormasından bahseder, “biz nasıl duracağını bilmeyen maymunlar gibiydik, o ise olabilecek en karizmatik duruşunu sergiliyordu, bunu çalışmış gibiydi” der. Bir bakalım:


Kapitalizm müziğin kimler tarafından yapılacağına, dolayısıyla ne olacağına da karar veriyor artık. İyi müziği bizden çalan bu pazarlama öncelikli zihniyet, kendi tabirleriyle internet korsanlarına karşı mücadelelerinde “biz olmasak pek çok sanatçı geniş kitlelere ulaşamaz” argümanını kullanınca gülmekten başka bir şey gelmiyor içimden. İyi müzik için onların milyonlarca dolarlık stüdyo, imaj, reklam, pazarlama projelerine ihtiyacımız olduğunu sanmıyorum. Birileri iyi müzik dinlemek istediği, diğer bazıları da müzik yapmak ve bu yolla hayatlarını idame ettirecek kadar para kazanmak istiyor ama müziğe dair hiçbir şey üretmeyen şirket her durumda kazanan oluyor. Bir saçmalık yok mu?


Not: Wilhelm Furtwaengler’den dünyanın en iyi ve derinlikli orkestarası olarak devraldığı Berliner Philharmoniker’i, 35 yıl sonra en ince detayların bile duyulduğu ama ruhsuz ve sığ yorumlara mahkum bir orkestra olarak bırakan ama bu arada yaptığı kayıtlarda en iyi firmalarla arayı iyi tutup hep son teknolojiyi kullanan Herbert von Karajan’ın, tüm zamanların en çok satan ve en çok kazanan klasik müzik sanatçısı olduğunu söylemiş miydim?



Son söz: Furtwaengler Tesla’ysa, Karajan Edison’dur.

25 Kasım 2009 Çarşamba

Hukuk(!) devleti

"İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi Madde 23
1. Her şahsın çalışmaya, işini serbestçe seçmeye, adil ve elverişli çalışma şartlarına ve işsizlikten korunmaya hakkı vardır."


Görebildiğim kadarıyla,hukuk(!) devletimizin de kabul ettiği ve kendi yasalarının üzerinde olduğunu söylediği bu uluslararası belgeye göre, herhangi bir mesleğe mensup olmak insanı işini serbestçe seçme hakkından mahrum bırakmıyor. Öyleyse nasıl oluyor da ben doktor olduğum için devlet beni bana sormadan istediği yere atayabiliyor, gitmezsem de mesleğimi icra edemeyeceğimi kanun hükmüne bağlıyor?


Ayrıca Türk Tabipler Birliği bu kadar temel bir kanunsuzluğa itiraz etmiyorsa, ne işe yarıyor?

19 Kasım 2009 Perşembe

Otuz yaşından gün alırken yapılanlar

29 yaşım bitti, otuzdan gün alıyorum. Aklıma şu takıldı:


Müziklerini çok sevdiğim adamlar bu yaşta hangi eserlerini besteliyordu?


Kolaydan başladım, Beethoven'in doğum tarihi 17 Aralık 1770. 1800 yılı boyunca bestelediği eserleri araştırdım. Liste şöyle:



  • Op.17 Sonata for Piano & French Horn in F major: also arranged as cello sonata
  • Op.18, Six String Quartets No. 6 in B-flat major
  • Op.21, Symphony No.1 in C major (composed 1799–1800, premièred 1800)
  • Op.22, Piano Sonata No.11 in B flat major

Bu da bu yaşın dinleme listesinin başlangıcı olsun. Korno sonatı hariç eserlerin birkaç farklı kaydı zaten elimde mevcut, hemen başlayabilirim. 

Diğer besteciler ve eserleri zamanla eklenecektir.  

18 Kasım 2009 Çarşamba

Coco avant Chanel

Filmimiz, Gabrielle Bonheur "Coco" Chanel biyografisidir. Çocukluğa şöyle bir dokunup, genç kızlık, erken yetişkinlik yıllarını anlatmaktadır. Sefaletten gelip zenginliğe, şöhrete gitme hikayesidir. Yani bir yönüyle bir başarı hikayesi.


Benim aklıma getirdiği soru şu oldu:


Başarılı olmaktan başka bir şansı olmayanların elde ettiklerine başarı demek ne kadar doğru?


Taşrada terzi yamaklığı ve kabare şarkıcığı yaparak hayata tutunmaya çalışan, böyle giderse er ya da geç konsomatris ya da fahişe olacak bir kızın hayatta kalmak için başarılı olmaktan başka bir seçeneği var mıdır?


Buradan yine asıl meselemize dönecek olursak, bizim kuşağın başarılı, okumuş çocuklarının başka bir şansı var mıydı? Okumayacaklardı da ne olacaktı?


Kabul etmek gerek ki öğrencilik bizim ilk mesleğimizdi ve onda iyi olmak zorundaydık. Diğer tüm kapıları açacak olan buradaki başarıydı. Bilgiye kıymet vermek ya da bilgi açlığı çok sonraları gelişen bir melekeydi, ya da çok azımızda en başından beri olan bir özellikti.

Yeni konulara gireceğim ben galiba

Bu bloga başlarken amacım birkaç yıldır kafamda yavaş yavaş şekillenen bir meseleyi yazmak ve insanların yorumlarıyla kafamda biraz daha olgunlaştırmaya çalışmaktı. Geride kalan aylarda gördüğüm şey tek konuya bağlı kalmanın blogu kısırlaştırmaktan başka bir işe yaramadığı.Twitter sayesinde microblogging meselesine de ısınınca daha çok yazmak istediğimi fark ettim ama 140 karaktere sıkıştıramadığım ya da sıkıştırmak istemediğim şeyler de var. Asıl meselemiz baki ama uğraştığım başka şeyler üzerine de yazacağım artık. Aslında bunun orijinal meselemizle de ilgisi olduğu söylenebilir. Şayet ben iddia ettiğim gibi o kuşağı temsil edebilecek, onlarınkinden ayrılamayacak bir hayat hikayesine sahipsem yapıp ettiklerimden, düşündüklerime, zevklerimden bakış açıma kadar pek çok şey aslında o kuşağın tasvirine dair küçük bir parça teşkil edebilir. Nietzsche büyüğümüz "insandan ancak başka türlü görülmesi zor olacak bir meseleyi daha iyi anlamamı sağlayacak bir büyüteç olarak yararlanabilirim" demişti. Benden ne kadar büyüteç olur, göreceğiz.

1 Temmuz 2009 Çarşamba

Görüntüsü sosyoekonomik durumu ile uyumlu (!)

Psikiyatrik muayenede dikkat edilen hususlardan biri hastanın dış görünüşüdür; daha çok bunun hastanın genel durumuyla, sosyoekonomik düzeyiyle uygun olup olmadığı.


Özellikle psikozlar ve ağır depresyonlar kişinin kendine bakımını azaltır. İyi kazandığını mesleğinden tahmin ettiğiniz hatta mesleği gereği düzgün giyinmesi gereken bir hasta pejmürde bir vaziyette muayeneye gelirse bunu not etmekte fayda vardır. Bunun tam zıddı da doğrudur; asgari ücret düzeyinde ücretlendirilen bir işe sahip kişi karşınıza rengarenk ve oldukça pahalı kıyafetler ve aksesuarlarla çıkarsa kontolsüz para harcamayla seyredebilen manik dönemleri akla getirmekte fayda vardır.


Öyleyse dönüp kendimize soralım: Biz hasta mıyız?


Çalışmaya başlayınca anladık ki okuyunca refaha kavuşacağımız, bir şey olacağımız vaadi yalandan başka bir şey değilmiş. Peki zevahiri ne yapacağız?


Aynı hastanede çalışan iki örnek üzerinden iki garip durumu inceleyelim:


Vaka 1:
4 senedir doktor, çalışmaya başladığı gün öğrenim kredisi borcu ilk yıl alacağı tüm maaşların toplamının %80'i kadardı. Onu ödeyeceğim derken üstüne hayatın başka masrafları da binince kredi kartı kullanmak zorunda kaldı. Artık öyle bir faiz batağındaki ancak makarnayla karınını doyurup ay sonunu getiriyor. Kıyafete harcayacak para olmadığından öğrencilikten kalma solmuş t-shirtt'lerin altına, ağı aşınınca gidip ördürdüğü kotu çekip işe gidiyor. İki kumaş pantolon, 4 gömlek, 10 kravat, 1 deri ayakkabı var; olası tüm kombinasyonları deneyerek hep aynı şeyi giymiyormuş izlenimi yaratmaya çalışıyor ama nafile. Ayakkabının tabanı bir kez açıldı, yapıştırıldı (Ayakkabı 40 TL'ye alındı, çok kaliteli değil, kravatlar 5-10 lirası, gömleğin en pahalısı 20 liralık). Ait olması beklenen sınıfın görüntüsü içinde değil.


Vaka 2:


Diğer doktorun fakülteden sınıf arkadaşı (bu arada her iki vaka da en az bir yabancı dil biliyor, fakülteyi ingilizce okudu çocuklar), aynı hastanenin başka bir bölümünde asistan. Bu çocuğumuzun öğrenim kredisi borcu yoktu, ailesi yatırmış harçlarını. Ama kıyafete ve ayakkabıya olan düşkünlüğü inanılmaz. Asistanlığının başından beri pahalıca bir spor salonuna zaman zaman devam ediyor. Pahalı cafe ve restoranlara pek meraklı. Parfüm sürmeden evden çıkmaz, asla taklit parfüm kullanmaz. Her sene yaz tatilinde mutlaka güneye gitti, arada bir kez de 2 haftalık küçük bir İtalya macerası oldu. Ait olmayı hayal ettiği ve cemiyet tarafından ait olduğu zannedilen sınıfın tüm lükslerine bir ucundan bulaşmış durumda ama maaş bütün bu lüksü karşılamayacağından daha iyi para kazandığı zamanlarda ödemeyi düşündüğü güzel bir kredi kartı borcu var (aslında 2 kredi kartı var, limitler 3000 TL, ikisi de limitleri ara sıra zorluyor)




Şimdi bir düşünelim, bu çocuklar hasta mı? Yoksa hastalık sistemde mi? Tüm ergenlik ve ilk gençliklerini küçük burjuva olacakları hayaliyle geçiren, o küçük burjuva görüntüsünü vermezlerse toplum nezdinde ağır prestij kaybına uğrayacak olan bu gençler hasta mı? Biri (varsayılan) sosyoekonomik düzeyine uygun görünmüyor, öbürünün görüntüsü o düzeyin gerçekte olduğu olduğu yeri aşmış gidiyor.


Meselenin özü şu galiba. Bize beyaz yakalı olacağımızı söyleyenler, beyaz yakalıların artık orta sınıf ve üzeri olmadığını, geniş orta sınıflı refah toplumunun ortadan kaldırıldığını ve memleket serbest piyasa kapitalizmine evriltilirken bize biçilen rolün beyaz yakalı proleterler olmak olduğunu söylemeyi unuttular ya da ihmal ettiler. Kaçınılmaz olarak da böyle garabetler ortaya çıktı.

29 Mayıs 2009 Cuma

Sapere aude

225 sene önce Immanuel Kant büyüğümüz "Aydınlanma Nedir" isimli makalesinde kullanmıştı bu ifadeyi, bilmeye cesaret et, bilme cüretini göster.

Aydınlanmanın büyük devriminin özetini çıkarıyordu, herkesi bu sürece katılmaya götürecek olan rotayı çiziyordu. İtaat etmektense, bilmeye ve düşünmeye davet...İnsanın ve insanlığın kendini bilmek sayesinde çocukluğundan çıkıp yetişkinliğine adım atmasına davet. Bilgiye (evrene, dünyaya, doğaya ya da bizzat insanın kendisine ait olması fark etmeden) böyle bir anlam yüklemenin sonunun nereye çıkabileceğini hesap etmiş miydi bilmek mümkün değil ama yol üzerindeki kimi duraklara kıymet verdiğini söyleyebiliriz herhalde.

O zamanki temel hedef kitlesi olan Avrupalıların bilme macerası o saatten sonra enteresan bir rota takip etti. Her şeyin bilinebileceği, anlaşılabileceği fikri temel bir argüman haline geldi. Bugün geldiğimiz yerde hala bilginin o düzeyine ulaşılmış değil ama fikir kimileri içinde yerli yerinde duruyor.

Daha acı olan macera kendini bilme yolundaki. Kant çocukluktan çıkan insanın/insanlığın yetişkinliğe geçişini planlarken aradaki çok önemli bir aşamayı unutmuş olsa gerek, ergenliği. Avrupanın kendini bilme gayreti onu ancak ergenliğe kadar olgunlaştırabildi. Kuzey Amerika-Avrupa ekseninde insanoğlunun bir kısmı kendi tarihini, kültürünü ve medeniyetini öğrenirken tıpkı ergenler gibi kendine benzeyenlerle küçük bir grubun içine hapsoldu. Doğru olan ne varsa ancak bu gruba dahil olanların yaptıklarında bulunabilirdi, diğerleri yanılıyordu ve onlara benzemeliydi. Onların grubuna dahil olmak da öyle çok kolay olmayacaktı. Bu ergenlik hezeyanı diğerlerini anlama gayretini de yok etti, garip şeyler olarak baktılar yalnızca onlara; o devirden kalma Afrika seyahatnamelerinde, o gerçekle bağı kopuk oryantalizmde bunun izlerini görmek o kadar kolay ki. Onların gruba dahil olmaya çalışan diğer çocukların maceraları daha da garip oldu; Rus aydınlanması, Türk aydınlanması ve Japonların maceraları "ne isterseniz yaparım, ne olur beni de gruba alın" basitliği düzeyine düştü yer yer.

Acı olan Kuzey Amerika-Avrupa dünyasının bu ergenliği hala sona erdirememiş olması.

Onlar ergenlik sivilceleriyle oynamaya devam edip, her şeyi bilme zannı içinde herkese akıl vermekle meşgulken bilginin kendisine ne oldu?

Bilgi bu arada bir iktidar aracına dönüştürüldü. Ulus devletlerin istedikleri tarzda vatandaşı yetiştirme yöntemi eğitimi yaygınlaştırmaktı; istedikleri kadar ve seçtikleri bilginin aktarılması yoluyla yaygın zihin şekillendirme operasyonu. Kitlelerin bilgiye olan açlığı körüklendikçe bu kılıcın ucu giderek keskinleştirildi, bugünün dünyasındaki bilgi Kant'ın hayallerinin ötesindedir sanırım, yanlış bilgilendirme de (dezenformasyon).

Bilmek itaat etmenin zıddıydı Kant için, bugün itaatin sağlanmasının aracı haline getirildi bilgi. Bugün aydınlanmanın ve olgunlaşmanın yolu hala bilmeye cesaret etmektir ancak bazı şeyleri bilmemeye, öğrenmemeye de cesaret etmek gerekiyor artık. Bilgi fetişizmini yaratan ve bilgiyi suistimal eden zihniyet böylesine bir bilgiye sırt çevirme tavrını çoktan olmazlar, olamazlar, çağdışılıklar çuvalına koydu bile. Onların bildiğini, bil dediğini bilmeyenleri gruba almıyorlar.

Ergenliği geçip yetişkinliğe varmanın bedeli bu damgayı yemekten geçse bile, gayrete değer.

Hala "sapere aude" ama gerektiğinde bilmemeye de cesaret edelim.

25 Mayıs 2009 Pazartesi

Benim kuşağım

Temel meselemiz ,düşünürken "benim kuşağım" dediğim bir kuşak üzerine olacaksa önce bunu tanımlamak gerekir herhalde. Zamanla olduğu kadar, sosyal tabaka ve hayat hikayesiyle tanımladığım bir kavram bu.


Benim kuşağım 12 Eylül darbesine giden olayların içinde olmayanlardı; henüz bu olayların içinde olamayacak kadar küçük olan ya da doğmamış olanlar. Yaklaşık olarak 1973-1983 arası doğanlar düşer galiba bunun içine. Çocukluğu ve ilk gençliği Özal Türkiyesi'nde geçmiş insanlarız yani. Genelde artık tedavülden kaldırılmış olan o sınıfa, orta tabakaya mensup ailelerdeniz. Ebeveynlerimizden biri işçi ya da memurdur. Görebileceği en büyük refah düzeyi başını sokacak ev, bilemedin bir araba olacak olan ailelerdir bunlar. Çoğu durumda anne babamızın çocukluğunun bir kısmı ya da tamamı köyde geçmiştir, genelde lise mezunudurlar. Şehirde doğup büyüyen ilk kuşak bizimkidir sülalede ama aile ziyareti vb. derken köyle bir temasımız olmuştur bizim de. Tamamen şehirlilik kısmetse bir sonraki kuşağa kalsın (!)


Maceramızın ilk belirleyicisi içine doğdumuz bu aile ve onların sosyal çevresi ise, ikincisi gittiğimiz okullardır. Anadolu lisesine, fen lisesine, iyi üniversitelere giden, ingilizce bilen insanlarız. O okullardaki ortam, oralardan geçerek varacağımızı sandığımız yerler hayata dair planlarımızı şekillendirdi. İlk belirleyicimiz olan ailemiz ve sosyal çevremizden kopuşumuz da böyle başladı aslında ama sonra değineceğim buna uzun uzun.


Ömrümüzün şu sıralar içinden geçtiğimiz kısmı mesleğimizi icra etmeye başladığımız, hayatın içine reel olarak girdiğimiz, küçük burjuva olacağımızı zannederken beyaz yakalı proleterler olduğumuzu keşfettiğimiz zamanlar. Evlenmek, evleneceğimiz kişiyi bulmaya ya da tanımaya uğraşmak, evlenmeye uğraşmak (para bulmak yani) da bu aralar maceramızın ana meselelerinden. Maddi bağımsızlıkla birlikte,  aileden kopuşumuz da yeni bir çağına girmiş oluyor.


Bu tanıma uyan kaç bin kişiyiz bilemiyorum fakat bu ülkenin bakamayacağı halde yaptığı çocuklar olduğumuzu zannediyorum. Bizi belli bir adam olalım diye eğittiler ama o adam olarak yapacak işlerimiz yok, o adamın hayatını yaşayacak kadar paramız da. Kandırıldık diyemem, meselenin aslını anlamakta geç kaldık galiba. Anlayıncaya kadar da geç oldu biraz, geri dönemeyecek kadar büyüdük, karakterimizi şekillendirdik, mesleğimizi seçtik.


Amerikan rüyası ile büyütülen ilk kuşak, rüyadan uyanma yaşına geldi. Huzursuzluktan bahsetmeye devam ederiz.

Sebeb-i telif

Bunca zaman okudum ve düşündüm. Bunca yıldır düşündüklerim içinde yazılmaya değer herhangi bir şey oldu mu bilemiyorum. Düşündüklerim içinde en temel mesele kendi maceramdı. Hikayemin hiç de özel bir şey olmadığını fark ettim zaman içinde. Bu memlekette, belli bir zamanda, belli bir çevrenin içine doğmuş olmaktan; belli okullarda, belli bir şey olmak üzere eğitilmiş olmaktan ve bunların kimilerini, maalesef, kendi tercihim zannetmiş olmaktan mürekkep, çok büyük bir kısmı oldukça anlaşılabilir ve öngörülebilir bir maceranın içinden geçtim ve geçmeye devam ediyorum. Bunun benim kuşağımın ortak hikayesi olan kısmını merak etmekteyim uzunca bir zamandır. Burada yazmak istediğim temel meseleler bunlar üzerine. Ümidim, fark edip de okuyanlar olursa onların da yorumlarıyla bu işi biraz daha anlamak, anladığım kadarını anlatmaya devam etmek.


Bu sürecin beni ömür boyu haymatlosluğa (vatansızlığa) mahkum ettiğine inandığımdan bu başlığı seçtim. İçinden çıktım aileye ya da sosyal zümreye ait değilim dönüştüğüm/dönüştürüldüğüm adam olarak. Bu memlekete ait olduğumdan emin değilim, cemiyetin benimle olan ilişkisi bunu düşündürüyor bana. Başka bir yere ait olamayacak kadar da buralı bir tarafım.


"Damla, kendini tamamlayınca damlar" demiş Özdemir Asaf; tamamlandığımdan değil, bunları yazarak, yazılanları okuyarak tamamlanmayı ümit ettiğimden yazmaya başlıyorum.


Sonumuz hayır olsun...

Beğendiyseniz paylaşabilirsiniz, maksat söz yayılsın.